17 Ocak 2024

Muhalefetin kritik seçimi

2024’te küresel bölüşüm kavgası sürecek. Büyük bir yıkım, dünya savaşı falan olmayacak ama bölgesel gerilimler, savaşlar, krizler de bitmeyecek. Türkiye’de ise gündem elbette ekonomik krizden çıkış ve yerel seçimler. Bir erken seçim ya da anayasa değişikliği referandumu olur mu, sanmıyorum

Yeni yıl başlarken gelecek yıla dair analizler, beklentiler, tahminler her yılın başında olduğu gibi gündemi kaplıyor. Gazetemizin ek olarak verdiği The Economist’in “The World Ahead 2024” dergisinde de bolca dünyaya dair analiz ve senaryolar okuyacaksınız.

Analizler önümüzdeki bir yıla dair olsa da bence temel mesele insanlığın bir çağ değişimiyle karşı karşıya olduğu. Günün, yılın olaylarından biraz daha sıyrılıp 10-20 yıllık periyottan bakıldığında güncel görünen hemen tüm sorun, gerilim ve krizlerin aynı kök nedenden ve aynı arayıştan kaynaklandığını görüyoruz.
Elimizdeki bilgi, teori, şema, kategoriler durumu açıklamaya, kurum ve kurallar da bugünü yönetmeye yetmiyor. Çünkü sahip olduğumuz zihin haritaları, kurumlar ve kurallar yetersiz kalıyor. Değişmek zorundayız, bireyler de devletler, şirketler, sivil toplum örgütleri de toplumsal yapılar da.

Sorun şuradaki tüm bu meseleleri yönetmesi gereken siyaset ve gelecek tanımı umuda değil değişim zorunluluğunun ürettiği sarsıntı, gerilim ve krizlere sıkışmış durumda. Krizden ya da kasırganın içinden bakılınca kaygı, endişe, korunma güdüsü, güvenlik arayışı, hayatını sürdürme güdüsü baskın hale geliyor.
Bilimin yol göstericiliğine, sanatın iyileştirici hayal gücüne yaslanmak yerine medyanın özellikle de yeni medyanın, sosyal medyanın yarattığı sanal korku çemberine ve bulanıklaşmış, bulanıklaştırılmış yapay gerçeğe sıkışmış durumda dünya. Felaket çığırtkanlığı, güvenlik arayışı tüm dünyayı esir almış durumda. Bireylerin, toplumların, kurumların ve devletlerin “çıkar” tanımları değişmediği, çıkar, yarar, esenlik, iyilik gibi kavramların içeriği ve kapsayıcılığı değişmediği sürece de buradan çıkış, yaşanan küresel ara buzul dönemden geleceğe geçiş gerçekleşemeyecek.

Örneğin ne pandemi ne iklim krizi ne de küresel adaletsizlik, küresel yoksulluk gibi meselelere karşı hala ortak bir tutum ve politikalar demeti, bunları yürütecek küresel kurumlar, kurallar ve hatta iddialar var elimizde. Bu küresel krizler yumağı içinde her ülke devleti, siyaseti, toplumu ve bireyi yalnızca kendini kurtarabileceği hayalinden ve yapay umudundan çıkamıyor.

Çünkü esas itibarıyla dünyada siyaset krizde. Hemen her ülkede siyaset korku siyasetine sıkışmış, felaket senaryolarını satın almış, bilim, sanattan, hayallerden ve yeni insanlardan beslenme özelliğini yitirmiş durumda. Felaketler, krizler yumağı bu devlet ve siyaset yönetimlerine hâkim olan anlayış nedeniyle mi çoğalıyor yoksa krizler mi bu siyaset ve yönetim anlayışının zihin haritasını ve çerçevesini belirliyor sorusunu tartışmalıyız. İkisi de birbirini besliyor, çoğaltıyor. Tıpkı her ülkedeki popülist, keyfi, otoriter ve şoven iktidarların birbirlerini çoğaltmaları gibi bir ilişkisellik çalışıyor.

Demokrasi, insan hakları, adalet gibi kavramların bile tartışılır hale geldiği bir zaman aralığı bu. Muasır medeniyet tüm kurum ve kurallarıyla krizde. Elimizdeki sistemler ister ekonomik ister siyasal ve toplumsal sistem olsun bizatihi kendileri kriz yaratır hale gelmiş. Şirket ya da parti yönetimi veya devlet nizamı, siyasal rejim, ekonomik sistem olsun hangisine bakarsak bakalım varolan zihniyet, kurum ve kurallar bugünü yönetmeye, yarının yaşamını, düzenini kurmaya yetmediği gibi kendileri krizin nedenine dönüşmüş durumdalar.

2024’te 70’ten fazla ülkede neredeyse dünya nüfusunun yarısı seçim sandığına gidecek. Tüm bu ülkelerde “yeniyi inşa etmek” iddiasındaki adayları, partileri değil popülist, şoven, otoriter hareketlerin yükselmeye devam edip etmeyeceğini ya da iktidarlarını sürdürüp sürdüremeyeceklerini sorguluyoruz. 2024 sonuna geldiğimizde muhtemelen yine ve hala aynı meseleleri konuşuyor olacağız.

Öte yandan bilinci ve yüreği olan insan söz konusuysa umutların hep var olacağına inanırım. Henüz küresel ölçekte olmasa da ayağını bastığı, sesini çıkarabildiği, bilime, sanata ve hayallerine yaslanmayı bilen insanların gayretleridir yarını inşa edecek olan. Bilim insanları, kültür ve sanat insanları, sivil toplum aktivistleri, merhamet ve vicdani duyguları hala körelmemiş insanlardır umudu diri tutan. Örneğin Gazze için her gün her ülkede sokağa çıkan insanlardır umudu taşıyan, sınır tanımayan doktorlardan yeşil aktivistlere, kadın hareketinden eğitim gönüllülerine sıradan bireylerdir dağlarda çoban ateşlerini yakmaya çalışan.

Yeni bir hayal, iddia, söz ve hareket olmadığı için de 2024 yılında küresel krizler yumağının alevlenen yeniden küresel bölüşüm kavgası sürecek. Her birisi kendisi de özgün krizleriyle boğuşan yeni bölüşüm kavgasının tarafları galip gelemeyeceklerinden emin olamadıkları için de gerilimlerin, krizlerin kontrollü biçimde sürmesi politikalarına devam edecekler. Büyük kasırga, büyük dünya savaşı falan olmayacak ama bölgesel gerilimler, savaşlar, krizler de bitmeyecek.

Muhalefetin kader seçimi

Türkiye de bu büyük hikâyeyi kendi özgün meselelerinin, aktörlerinin ürettiği ton farkıyla aynen yaşamaya devam edecek.

Elbette ülkenin ekonomik krizden çıkış ve yerel seçim gibi dünya ile paralel bir gündemi var. Yanı sıra demokratikleşme ve denge denetleme mekanizmaları eksikliği, siyasal kutuplaşma, Kürt meselesi, terör ve güvenlik, toplumsal cinsiyet eşitliği, yoksulluk, merkeziyetçilik, otoriterlik, yargı, hukukun üstünlüğüne inanç ve ortak yaşama iradesinde zayıflama, eğitim sistemi gibi oldukça karmaşık, çok aktörlü ve çok katmanlı yapısal ve kendine özgü meselelerimiz var.

Bir çırpıda bu yapısal meselelerin çözümüne dair bir umut henüz ufukta görünmüyor. Zaten böyle tümden yeni bir sözü, iddiası ve projesi olan da yok.

Türkiye’nin son sekiz yıllık süredeki seçim rallisinin son etabı olan yerel seçimlere üç aydan az bir zaman kaldı. 31 Mart 2024 seçimlerinin ardından belki de 4 yıl artık seçim sandığı önümüze konulmayacak. Öte yandan küresel ve yerel, ekonomik ve siyasal birçok dinamiğin etkisiyle beklenmeyen erken seçimle ya da anayasa değişikliği referandumu gibi durumlarla karşılaşabiliriz. Teorik olarak bu olasılıklar var olsa da kişisel kanaatim 2024’de böyle bir beklenti ya da senaryonun gerçekçi olmadığıdır.

Yerel seçimlerin bu meselelerin çözüm tartışmaları zemininde olmayacağını şimdiden söylemek mümkün. Yine de yerel seçimler ülkenin ve dünyanın krizler yumağı içinde meseleleri nasıl ele alacağımız, nereye bakacağımız, nereyi hedefleyeceğimiz konusunda tartışma imkânı bulacağımız bir zemin olabilir. O nedenle artık uzun süreden beri olduğu gibi genel seçim ile yerel seçim ve seçmen davranışı bakımından farklılık üretmeyecek. Çok az sayıdaki kasaba, belde ve ilçe dışında, yerel adayların oy oranlarına etkisi oldukça küçük olacak. Bir kez daha genel seçim havasında ve genel gidişatı etkileyecek bir yerel seçim süreci yaşayacağımız beklenir.

Yerel seçimlere genel seçim havasında, söylemleriyle ve seçmen dürtüleriyle gidişin ülkenin genel gidişatına etkisi bakımından özellikle iktidarın yapmak isteyecekleri ve yapabilecekleri açısından etkisi olacak.

Eğer ülkedeki 49-51 gibi oturmuş kimlik ve siyasal kutuplaşma aynen gerçekleşirse, iktidar veya muhalefetin 51 olup olmadığından öte, gidişatta çok büyük değişiklik beklenmeyebilir.

Fakat iktidar bloku yüzde 51’i de aşan bir seçmen desteğine ulaşır ve İstanbul, Ankara gibi metropollerin birinde, birkaçında yerel iktidarı da tekrar kazanırsa daha cesur davranmaya alan bulabilir. Ya da denge muhalefet lehine değişiyorsa muhalefetteki aktörler başta CHP olmak üzere yenilenme ve seçmende yeni bir güven inşası için bir umutlanma fırsatı bulabilir.

Varolan bu durum aslında bir suni denge hali. Çünkü seçmenin neredeyse üçte ikisi gidişattan rahatsız, yarıdan fazlası siyaset marifetiyle meselelerin çözümünden umutsuz, herkes kabuğuna, kozasına çekilmiş durumda ama kimliğinden ve güvenlik arayışından beslenen oy tercihlerinden de vazgeçmiş değil henüz.
Bu nedenle iktidar yandaşı ve karşıtı bloklar arasında oy geçişkenliği bir türlü olamıyor ya da çok küçük oranlarda oluyor. Siyasi rekabet ve oy geçişkenliği blok içi partiler arasında oluyor. Yine de yereller ve ülke genelinde 1-2 puanlık oy geçişleri önemli siyasal sonuçlar üretebilir.

Sayısal tabloyu değiştirecek ilk önemli unsur katılım oranları olacak. Genel katılım belki yine yüzde 85 mertebesinde olacak ama asıl önemli olan hangi blokun seçmenlerinin seçime katılma ya da katılmama arzularındaki değişim oransal sonuçları etkileyecek. Bu noktadan bakılınca iktidar blokunun seçmenlerindeki moral üstünlük katılımda kararlılıklarını üretebilir.

Öte yandan İstanbul gibi bazı yerlerde gidişattan rahatsızlık ve adayın kutuplaştırıcı kimlik ve söylem dışı tutum ve tarzı nedeniyle kendi adaylarına sahip çıkma arzuları eksilebilir. Bu durum da muhalefet blokunun avantajı olur.

Asıl katılıma dair önemli unsur muhalif seçmendeki umutsuzluk ve çaresizlik duygusu olacak. Genel seçimlerdeki kaybediş ve ondan öte seçimin ardından muhalefet partilerinin seçmeni dikkate alan değil iç kavgalarını ve birbirlerine öfkelerinden beslenen gündemlerinin seçmende ürettiği öfke henüz aşılabilmiş değil. Katılım azalma riski muhalif seçmen için biraz daha fazla gibi görünüyor. Seçim süreci hararetlendikçe bu duygunun azalması, tüm eleştirilerine karşın partilerine sahip çıkması da beklenebilir.
CHP’deki liderlik değişimi umutlanma ihtiyacındaki seçmeninde az da olsa bir kıvılcım yaratmıştı. Kurultay sonrasında henüz seçmene “değişim” vaadinin ne anlama geldiğini anlatamayan CHP’nin yeni yönetiminin handikabı daha ilk günden yerel adaylık gerilimiyle baş başa kalmış olmaları. Üstelik bu süreci iyi yönettiklerini söylemek de zor.

İktidar bloku aktörleri de seçmeni de yerli yerinde ve bir arada duruyor. Dolayısıyla yüzde 42-45 bandından başlayacaklar. Muhalif seçmenin ise önündeki seçenekler de morali ve psikolojisi de dağınık. Hala her bir parti kendi iç gerilimlerini aşabilmiş, birbirleriyle olan ilişkilerini yeniden düzenleyebilmiş ve her biri kendi seçmenleriyle olan güven ilişkisini artırabilmiş değiller.

Büyük aktörler bocalamaya, seçmenden ve hayattan kopmaya devam ettikçe tepkisel seçmen daha sert söylemlerle gündemde olan partilere yöneliyor. Bu fırsat aralığı da MHP ve Yeniden Refah için iktidar blokundaki, Zafer ve Memleket partilerinin de muhalefet blokundaki oy oranından bağımsız olarak siyasi ağırlıklarını artırıyor.

Muhalefetteki aktörler henüz kendi içlerine odaklanmaktan, birbirlerine hınçlarından kurtulup da bu siyasi ve toplumsal psikolojideki dağınıklığın, öfkenin ve sinikliğin üreteceği riskleri anlamış gibi görünmüyorlar. Genel seçim günün sonunda “Erdoğan’la tamam mı devam mı” seçimi haline nasıl dönüştüyse ve muhalefet bu ana dinamiği değiştirecek dili, söylemi, siyaseti üretemeyerek seçimi kaybetme mucizesini gösterdiyse bugün de başka bir riskle karşı karşıya. Yerel seçim muhalefetteki her bir parti için seçmen gözünde ve ülkenin geleceğinde var olup olmayacağının belirleneceği seçim haline dönüşebilir. Farkındalar mı, emin değilim.


Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesindeki köşesinden alınmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

CHP’nin önündeki seçenek: Düzene muhalefet mi, düzenin içindeki muhalif olmak mı?

Sadece siyaset tarzının ve sözcülerinin değil çok şeyin yeniden düşünülmesi ve değişmesi şart. Strateji olmadan taktik hamlelerle gelen bugünkü kazanım kalıcı olmayabilir. CHP’nin bu kararı verebilmesi için yalnızca yeni bir lider ve yeni bir ruh aramaya değil dünyayı, dünyanın gidişatını, olanı ve olması gerekeni, o dünyanın Türkiyesi için hayalini ve iddiasını düşünmesi gerek

CHP'nin önündeki büyük fırsat: Geleceği belirleyecek aktörlerden birisi olabilecek mi?

Kutuplaşmanın, kimlik gerilimlerinin yükseldiği, ortak yaşama iradesinin, “biz” duygusunun azaldığı bir dönemde CHP bir fırsat yakaladı. Şimdi CHP’nin önündeki yolu belirleyecek iki önemli nokta var. Birincisi bu seçimdeki başarıyı nasıl anlamlandıracağı, ikincisi dünyayı ve zamanın ruhunu yeniden anlamlandırarak, yalnızca kadrolarında değil kendi iç yapısında, zihniyetinde, tüzüğünde, programında nasıl bir değişim geçireceği...

CHP yerellerdeki yaygın ve güçlü iktidar fırsatını doğru kullanabilecek mi?

Partilere sadakat çözülüyor ama henüz karşı tarafa olan olumsuz duygular aşılabilmiş değil. O nedenle muhafazakârlar, sekülerler ve Kürtler sandık başında aynı oy pusulasını kullanıyor olsalar da o pusulaya aynı anlam gözüyle bakmıyorlar. Sekülerler ve Kürtler gidişatı değiştirmek için oy verdi, partisinde gidişatı değiştirme kapasitesi görmeyenler de sandığa gitmedi. Muhafazakârlar iktidara itirazlarını göstermek için sandığa eksik gitti. Bu eğilimler kalıcı mı? Araştırılması gereken konu bu