24 Ocak 2022

İstesek de istemesek de bu toplum değişiyor

Değişimi tek yön ve tek kelimeyle açıklamak mümkün de değil, doğru da. Çünkü paradoksal birçok belirtiyi bir arada görüyoruz. Türkiye toplumunu tek bir kavramla tanımla deseniz “ikircikli bir toplum” derim

Toplum değişiyor, tıpkı her birimiz gibi. İhtiyaçlar, talepler, umutlar, beklentiler, kaygılar, korkular da değişiyor. Ama yavaş ama hızlı. Bazı şeyler toplumun farklı demografik, kültürel, sınıfsal kümelerinde farklı zamanlarda, farklı hızlarda da olsa değişiyor.

Zihnimizde, dilimizde değişim kavramını sık kullansak da bazen olumlu, bazen olumsuz tınıyla, etiketlemeyle baksak, açıklasak da toplumsal değişim somut koşullardaki değişimden etkilenerek gerçekleşiyor. Yerkürenin ritmindeki değişim, teknolojik sıçramanın ürettiği dinamikler, büyük küresel ve yerel göçün ürettiği somut hayat pratiklerindeki ve zihnimizdeki değişimler gibi büyük dalgalanmalar küresel değişimi tetikliyor. Aynı zamanda her bir ülkenin ekonomik koşullarının, eğitim ve hukuk sistemi gibi üstyapı kurumlarının, siyasetinin de etkileriyle küresel değişim dinamikleri farklı toplumlarda farklı sonuçlar üretiyor.

Bu genel okumayı muhtemelen her birimiz onaylıyoruz. Ama değişenin ne olduğunu tanımlamaya çalıştığımızda farklılıklar ortaya çıkıyor. Kimilerimiz çok olumlu  olduğunu söylerken, kimimiz de değişenin olumsuza doğru olduğunu söylüyor. Kimileri de zaten değişen hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya ve düşünmeye devam ediyor.

Zihindeki etki önemli 

Gidişatı ve geleceğimizi etkileyecek en  önemli unsur da toplumun zihin haritalarındaki değişim elbette. Siyasi aktörlerin bu değişime nasıl bir anlam yükledikleri geleceği belirleyecek.

İçinde bulunduğumuz zaman aralığında öncelikle anlamaya çalışmamız ve tartışmamız gereken şey, toplumdaki değişimin neler olduğu. Bu değişim her alanda iyiye doğru gidişi mi ima eder? Yoksa değişimin bazı tarafları olumsuzluk ve hatta tehlike potansiyeli barındırır mı? Bu soruları yalnızca siyasi iklim ve siyasi aktörler üzerinden değil geniş bir perspektifle toplumdaki değişim üzerinden anlamaya çalışmak bana göre daha doğru.

Her değişim kendiliğinden doğruya, iyiye doğru olmayabilir. İyiye, güzele doğru değişim ancak geniş anlamıyla siyasi önderlikle ve o siyasi önderliğin zamanın ruhuna uygun ve sürdürülebilir vizyonuyla olabilir. Zamanın ruhuna uygun bir vizyonu olmayan, bir şekliyle kendiliğinden oluşan değişimlerin dip dalgalarının nereye doğru kabaracağı belli olmayabilir de.

Türkiye’nin çok partili siyasi tarihi bir bakıma bu toplumsal değişimlere paralel kurum ve kural değişikliklerinin yapılabilmesi, yapılmaması mücadelesi de.

Gecikilmiş ve sıçramalar şeklinde gerçekleşen kurum ve kural değişiklikleri elbette toplumsal değişimin hızını, bazı gündelik pratiklerde, moral ve ahlaki değerlerde değişimleri etkilemiş olsa da toplumun ve hayatın akışı hiç durmamış. O nedenle değişimi yalnızca siyasi aktörler ve partiler ve hatta yalnızca hükûmet üzerinde açıklama çabaları da yetersiz kalıyor.

Toplumsal değişimi anlamaya çalışırken içine düştüğümüz tuzaklardan birisi de değişimi tek bir vurucu, sansasyonel bir kelimeyle, kavramla, nedenle açıklama çabaları. Hepimizin sıkça kullandığı bir “Türkiye değişiyor” sözü var. Yine herkesin kendi siyasi fikrince, algı ve beklentilerine, umut ve korkularına bağlı olarak “değişenin ne olduğu” üzerine bir kanaati var.

Acaba bildiklerimize, gözlemlerimize, dikkate aldığımız yazar, yorumcu, siyasetçinin işaret ettiğine ve belki de ezberlerimize dayanarak vardığımız bu kanaat doğru mu? Örneğin gerçekten Türkiye muhafazakârlaşıyor mu? Milliyetçilik yükseliyor mu?

Etrafımıza bakınca her birine, özellikle de sosyal medyada paylaşılan sözlere, görüntülere bakarak kendi kanaatimizi doğrulayacak örnekler bulabiliriz.

Halbuki bugünkü hayat çok katmanlı, çok boyutlu, çok aktörlü. Belirsizlik ve karmaşıklık esaslı. O nedenle de dinamiklere, süreçlere odaklanmak, demografik, kültürel, ekonomik, siyasal değişimleri bir arada anlamlandırmaya çalışmak daha doğru.

Tüm bunları tartışma nedenim geçen hafta KONDA’nın yayınladığı bazı veriler ve o veriler etrafında dönen bazı tartışmalara değinmek. 

KONDA “Türkiye 100 Kişi Olsaydı” başlıklı kapsamlı bir veri ve bulgular seti yayınladı. Raporda yer alanlar, aylık sosyal ve siyasal araştırmalar dizisi olan KONDA Barometresi kapsamında 12 yıl boyunca, 18 yaş üstü yetişkin nüfusu temsil eden örneklemlerle ve seçim disipliniyle yapılmış 125 araştırma ve 300 binin üzerindeki görüşmelere ve yine üç yılda bir tekrarlanan KONDA “Hayat Tarzları Araştırmaları”na dayanan veriler. 2021’deki araştırmalara dayanan oranlar, 10 yıl önceki verilerle karşılaştırılarak Türkiye toplumunun değişimine dair sayısal verileri izlemeye olanak tanıyor.

Türkiye’nin 18 yaş üstü nüfusu 2021 yılı itibarıyla 62 milyon 378 bin kişi olarak hesaplanıyor. Bundan 10 yıl önce, 2011’de yetişkin nüfus 55 milyon 490 bin kişiydi.

Türkiye geçtiğimiz 10 seneye göre  yaşlanmış durumda, 10 yıl önce yetişkin nüfusun dörtte biri 50 yaş ve üstünü oluştururken bu oran şimdi üçte bire geldi.

Göç devam ediyor. Kırsal alanlarda ve ilçe merkezlerinde yaşayanların oranı azalıp büyükşehirlere, metropollere yığılma devam ediyor. Yetişkin nüfusun yüzde 53’ü 11 metropolün bütünleşik yerleşimine sıkışmış durumda. Artık karşımızda köyüne yol, su, elektrik isteyen bir toplumdan ziyade metropolleşmiş bir toplum var. Nüfusun yalnızca yüzde 14’ü 2 bin altı nüfusa sahip belde ve köylerde yaşıyor. Yetişkin nüfusunun yarısı göç etmiş bir toplum burası.

Türkiye toplumunun genel eğitim seviyesi son 10 yılda görünür biçimde arttıysa da her 100 kişiden 7’si herhangi bir örgün eğitim almamış, üniversite mezunları hâlâ ve ancak yüzde 19’a gelmiş. 10 yıl önce 7.5 yıl olan ortalama eğitim şimdi 9 yıla yükselmiş.

Her şey değişiyor ama… 

Toplum küçülen birimler halinde yaşamaya başlasa da nüfusun üçte ikisi halen 3 ila 5 kişilik hanelerde yaşıyor. 2011’de 1-2 kişilik hanelerde yaşayanlar yüzde 15 iken şimdi yüzde 22 oranında. Üçte ikimiz o gün de bugün de 3-5 kişilik hanelerde yaşıyor ama 6-8 kişi bir arada yaşayanlar 10 yıl önce yüzde 16 iken şimdi yüzde 11’e gerilemiş.

Yüzde 70 artık apartmanlarda, sitelerde yaşıyor. Yani kireç badanalı banyolar, mutfaklar, seramik kaplı banyolara, mutfaklara dönüşüyor.

Evlenme yaşı yükseliyor ama 10 yıl önce de bugün de yarıya yakın evlilik görücü usulüyle, her 100 evlilikten yüzde 7’si (10 yıl önce yüzde 8) rıza dışı evlilik. Bu oran 10 senede değişmemiş gözükse de 30 yaş altı genç nüfusta görücü usulle evlilik üçte bire gerilemiş durumda.

Metropolleşen, kentleşen toplumun gündelik pratikleri değiştiği gibi zihniyeti, değerleri de değişiyor. Monolitik kültürün hakim olduğu köylerden, kasabalardan kentlere, metropollere gelişle beraber farklılıkların teması ve bir aradalığı başlıyor. Monolitik kültürün içinden iyi, doğru, güzel tanımlarını öğrenmiş insanlarla metropollerdeki farklılıkların içinden öğrenen insanlar aynı biçimde düşünmüyor. Aileden öğrenilen değerlerle, devletin tektip vatandaş yaratma iddiasına dayalı eğitim sisteminden öğrenilenlerle gündelik pratiklerde yaşananlar birbiriyle uyuşmuyor.

Kuşak farkı artıyor 

Metropollere ve internete doğmuş  gençlerle yetişkinler arasındaki kuşak farkı geleneksel kuşak farkından çok daha ötede bir kırılma ve farklılaşma gösteriyor. 

Yayınlanan bu rapor ve diğer değişime dair “konda.com.tr” ve “interaktif.konda.com.tr” sitelerinden ulaşılabilecek tüm araştırmalar toplumun gecikmiş bir modernlik yaşadığını gösteriyor. Modernlik derken kastettiğim kentli, gündelik hayat pratiklerinin yaygınlaşması, içselleştirilmesi.

Gecikmenin getirdiği telaş var bir yandan. Kurum ve kurallardaki değişimin geride ve yetersiz kalmasının yanı sıra yaşanan kültürel ve siyasal kutuplaşmalar nedeniyle de ortak değerlerin, ortak ufkun eksilmesi var diğer yandan.

Tüm bunların üstüne de son üç yıldır sistemin merkezileşmesi, keyfileşmesi, otoriterleşmesi, denge denetleme mekanizmalarının olmaması nedeniyle ton değiştiren siyasi gerginlik, pandeminin ürettiği can derdi, işsizlik ve enflasyonun ürettiği geçim derdi, kalıcılaşan yoksulluk ve adaletsizlik.

Paradoksal gibi görünse de her bir dinamik toplumun farklı demografik, kültürel, sınıfsal kümelerini farklı yönlere, farklı zihni dönüşümlere doğru aynı anda itiyor. Tam da bu nedenle değişimi tek yön ve tek kelimeyle açıklamak mümkün değil, doğru da değil. Bireysel ihtiyaçların, taleplerin, arzuların ürettiği gayret ile kurum ve kuralları sorunlu ortak hayatın ürettiği endişe ve tedirginlik bir arada yaşanıyor. Türkiye toplumunu sade bir kavramla tanımla deseniz, verilere bakarak benim söyleyeceğim “ikircikli toplum” olurdu.

Denir ki, hiçbir kar tanesi bir diğerine benzemez. Tek bir kar tanesini elimizde tutamayız, şeklini çıplak gözle göremeyiz. Parmaklarımızın üzerinde ağırlığını veya ıslaklığını bile hissedemeyiz.

Ama o ağırlığı ve şekli belirsiz kar taneleri birikir ve tek birinden beklenmeyecek bir güce ulaşır. Hatta çığa dönüşür.

Bireysel hayatlarımız da biraz böyle. Birbirine benzediğini sandığımız her günün duyguları, algıları, beklentileri, deneyimleri üste üste birikir. Fark ederiz ki bir sabah aslında değişmişiz. Ne hayallerimiz ilk gençliğimizin hayalleri, ne hüner ve becerilerimiz okuldan ilk mezun olduğumuz günkü ile aynı.

Genellikle de o kırılma anlarını minik kar tanelerine ve onların birikmelerine değil, büyük bir olaya ya da aşka ya da iş değiştirmeye bağlarız. Ya da rastlantılara, şanslara, yıldızın parladığı anlara.

Toplumsal hayat ve değişimler de böyle. Bireysel hayatlarımızda yaptığımız hatayı sıkça, neredeyse her gün ülke hayatında ve topluma dair meselelerde de yaparız.

Binlerce, milyonlarca tekil ve minik kararın ve eylemin toplumsal bellekteki etkilerini ıskalıyoruz mesela. Hele yaygın medya ezberiyle, bu toplumun balık hafızalı olduğuna inananlardansak, bir sabah gördüğümüz, duyduğumuz kırılmaları anlamlandıramıyoruz. 

Korkunun kaynağı

Geçici durum kalıcı olmaya doğru evrildikçe, hâlâ anlayamamış ve anlamlandıramamışsak, korku üretme aşamasına geçiyoruz.

Avaz avaz bağırmak, ürküntü yayan mesajları birbirimize göndermek gibi tepkiler geliştiriyoruz.

Ama tüm bu yaşananların ve araştırmalarımızın gösterdiği en önemli kazanım bence şudur: Bu ülkenin en önemli meselesi yeni bir toplumsal mutabakat üretmektir. Bunun yolu da siyaset marifetiyle müzakereler, uzlaşmalar üretmek, yeni bir ortak hayat iradesi ve ortak ufuk geliştirmek.

Tüm bedellere, yaşananlara rağmen son 40 yılın da 10 yılın da bir yılın da gerginlikleri hiç olmadığı kadar bilinçlerimizde ve gönüllerimizde bir birikim yarattı. Bireyler olarak da toplumsal olarak da. En azından neleri yapmamız gerektiğini nasıl yapmamamız gerektiğini öğrendik. Şimdi toplumun değişimine cevap üretecek ve o değişimi ortak ufka yönlendirecek kurum, kural değişikliklerini, kısaca düzeni değiştirme, yeniden inşaya talip bir siyaseti inşa etme zamanıdır.


Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı 

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"