20 Aralık 2021
Konuşmalarıma “Müjde, kasırganın gözündeyiz” diye başlıyorum. Beş, altı yıldır da “Kasırga geliyor, tedbirinizi alın” diyordum. Kasırgayı beklerken zihnimiz ‘nereye tutunacağımızla, korunma güdüsüyle’ meşgul, doğal olarak. Halbuki şimdi artık kasırganın gözündeyiz. Bu nedenle zihnimiz, “Çıkış nerede, ne yapmalıyız?” sorusuna cevap aramaya odaklanmaya daha meyilli.
Yaşanan ekonomik buhran daha ağırlaşmış, toplumdaki yansıması ve algısı kasırgaya dönüşmüş durumda. Hanenin geliri giderinden eksik olanlar, toplam hanelerin üçte birinden fazla artık. Toplumun beşte dördü, bugünden de daha ağır yaşam koşulları beklentisi içinde. Doğal olarak da panik, endişe yükselmiş durumda.
Yıllardır süren, kangren haline dönüşmüş siyasal ve toplumsal sorunlar, gerilimlerin yanı sıra pandeminin ürettiği can derdi, ekonomik buhranın yüklediği geçim derdi bir arada yaşanıyor. Uzun süredir toplumsal psikoloji endişe ve kaygı ağırlıklıydı. Bir bakıma toplum depresyondaydı. Ama bu depresyon hali aynı zamanda bir fırsat alanı da açıyordu.
Psikoloji literatüründeki ‘yasın beş evresi’ teorisi bu durumu açıklıyor. Çok ağır, travmatik sorunlarla karşılaştığımızda yas, keder nasıl yaşanıyor, insanoğlu yası, kederi nasıl içselleştiriyor? Teoriye göre birinci evre ‘inkâr.’ Örneğin kanser olduğunuzu öğrendiğinizde önce teşhisi, doktoru reddetmek gibi. İkinci evre ‘öfke.’ Neden benim başıma geldi tepkisi. Üçüncü evre ‘pazarlık.’ Sigarayı bırakmasam da azaltsam pazarlığı. Çoğu zaman pazarlık aşamasında takılı kalıyoruz. Bireyler de toplumlar da devletler de öyle. Örneğin Kürt meselesinde pazarlık aşamasından öteye gidemiyoruz bir türlü.
Kederin beş evresinin dördüncü evresi çıplak gerçeği kabullendiğimiz ve derin bir depresyona girdiğimiz aşama. Ancak bu depresyon aşamasını geçtikten sonra beşinci evreye, “Çözüm için ne yapmalıyım?” sorusunu kendimize sorma aşamasına geliyoruz. Toplum da genel olarak gidişat konusunda depresyon aşamasına geldi. Pandemi getirdiği tüm melanete karşın toplumsal psikolojide olumlu bazı duyguları da tetikledi. Kendine, yakın çevresine, sahip olduklarına, işine özen duygusunu üretti öncelikle. Giderek bu özen duygusu dayanışmayı ve empatiyi de üretti yeniden.
Ekonomik buhranla ağırlaşan geçim derdi ve işsizlik yanı sıra can derdinin ürettiği ortaklıklar, kimliklere sıkışmış zihinlerde sınıfsal bakışı tetikledi. Kalıcılaşan yoksulluk ve adaletsizlik etrafında sınıfsal bakış güçlenmeye başladı.
Sınıfsal bakış yükselirken zihinlerde ortak alanlar, ortak dertler kimliklere sıkışmanın ürettiği bazı zihni ve duygusal ambargoları aşındırmaya başladı. İşsizliğin, geçim derdinin ağırlaşması Türk-Kürt, Sünni-Alevi, muhafazakar-Seküler gibi ayrımların Covid virüsü karşısında da işsizlik derdinde de ortak kader olduğu gerçeği hissedilmeye başlandı. Mültecilere karşı şoven bakışın da etkilemesiyle ‘bizim komşumuz’ olan ‘bizden biri olan’ olan Kürtler’in ihtiyaç ve taleplerine karşı zihni ambargo gevşemeye başladı. Kültürel kimlikler arası kutuplaşma hâlâ varlığını sürdürüyor olsa da eriyor.
Bir yandan da gündelik yaşam pratiklerinde, göç-metropolleşeme-apartmanlaşma gibi bir dizi sosyolojik değişimin tetiklemesiyle muhafazakâr hayat tarzına sahip kümelerde değişim zaten uzun zamandır hızlanarak sürmekteydi. Gündelik pratiklerde benzeşme ahlaki ve kültürel referanslar farklılıklarını koruyor gibi görünse de aynı zamanda hayat tarzları arasındaki kutuplaşmayı da aşındırıyor.
Bunların yanı sıra yönetim sistemindeki değişiklik, iktidarın geleneksel seçmen tabanında ürettiği derin hayal kırıklığı, iktidarın söylemlerinin giderek gündelik gerçeklerden kopması, yalnızca iktidarın inandırıcılığını eksiltmedi aynı zamanda siyasal kutuplaşmayı da aşındırdı. Zaten siyasi kutuplaşmanın kendi dinamikleri de bir süredir değişmişti. Artık siyasi kutuplaşmanın baskın karakteri kendi kimliğinin partisine karşı olan olumlu duygulardan değil, karşı kimliğin partisine olan olumsuz duygulardan beslenir hale dönüşmüştü. Yönetim sorunları, ekonomik buhran nedeniyle o duygusal kutuplaşma hâlâ varlığını hissettiriyor olsa da azalıyor.
Tüm bu süreçler, toplumun nelerin yanlış olduğunu sorguladığı bir fırsat alanı açtı. Toplum normale dönme arzu ve gayretiyle endişe ve kaygıları arasında bir bekleme pozisyonu üretti. Bir bakıma iktidarı değiştirme duygusu çoğalırken, yeni bir söze, sese, yüze kulaklar, gözler çevrildi.
Bugün toplumun üçte ikisi başkanlık sistemi yerine parlamenter sisteme dönüşe de iktidarı değiştirmeye de talip. Ancak hâlâ öncüsüne, aktörüne karar vermiş değil. Hala iktidarın duygusal, zihni ve kimliksel zemini olan üçte birlik kümenin tümü bile iktidarın yanında durma kararlılığında değil. Onları orada tutan iktidarın başarılarından veya bundan sonra yapabileceklerine olan güvenleri değil. Onlar hala bir iktidar değişikliğinin üreteceği risklerden, sosyal yardımların kesileceği, başörtülülerin yeniden okullara giremeyecekleri korkularından orada görünüyorlar.
Bu toplumsal dinamikleri ve tüm ruh halini dünden bugüne daha da ağırlaştıran ise son iki ayın döviz kurları dalgalanması ve enflasyon oldu. Toplum bekleme pozisyonunda olduğu için siyasi tabloya henüz yansımıyor gibi görünse de hemen, yakın gelecek hakkında bile bu denli karamsarlığı tetikleyen ekonomik alt üst oluş, iktidarın ve çevresinin bu gerçekliği algılamıyormuş ya da umurunda değilmiş gibi tutturulan dil ve davranışları artık başka bir toplumsal psikolojiyi üretecek.
Zamanın durduğu bir yerde; sabah güneş doğmadan hemen önceki buğulu, hafif sisli bir saatte, donmuş bir göle bakar gibiyiz. O görünen sis bulutu, dehşet kaygı ve endişe yüklü. İnsanlar kendi gelecekleri, çocuklarının, ülkenin geleceği için endişeli… Gölün yüzeyi buz kaplı. Siyasal ve kimlikler arası kutuplaşma, o buzu şekillendiriyor. Buz giderek eriyor, inceliyor olsa da hâlâ varlığını sürdürüyor.
Toplumun dörtte üçü değişimden yana. Değişiklikler sinir bozucu olsa bile değişim gerekliliği ve bu değişime davranışlarıyla uyma arzusu toplumda güçlü. Kaldı ki adaletsizliğin, eşitsizliğin, kendi gibi var olamamanın yaygın olduğu bir toplumun değişimden yana olmaması da beklenemezdi.
Bir yandan da umut üretiyor o değişim talebinden. Yüzde 7’sinin hâlâ hiçbir eğitim görmemiş, yüzde 41’inin lise altı eğitimli olduğu, ortalama eğitim süresi 9 yıl olan, onda dokuzunun bir meslek sahibi olmadığı… Hukuka, yönetim sistemine, demokrasinin işleyişine, ekonomik gidişata güveni olmayan bir toplum bizimkisi.
Değişim talebini sokakta bağırarak söylerse devletin gazabından korkuyor, çünkü toplumsal belleği bu örneklerle dolu. Kısaca birey olma gayreti yüksek olsa da bireyselleşememiş, kendine güveni olmayan, yurttaş olmakta hala tereddütleri olan, bu nedenle de değişim talebi ve umudu yanı sıra riskten korkan, düzensever bir toplum.
Hem kendine güvensizliği hem de gündelik hayatın karmaşıklığının ürettiği belirsizlikler içinde endişeleniyor. Endişeleri giderek korkulara dönüşüyor, korkular öfkeleri tetikliyor.
Donmuş buz tabakasının altında tüm bu değişimler, karmaşık duygular filizlenirken, son iki ayın ekonomik buhranında yaşanan sıçrama bir şey üretti. Buzun altındaki hareketler buzu eritme, yok etme gücüne doğru evrilirken birden gölde bir balina ortaya çıktı adeta. Neredeyse her gün değişen fiyatlar ve döviz kuru büyük bir paniğe, çaresizliğe ve öfkeye dönüştü. O balina kuyruğunu savurarak buzu bir anda dağıtabilir ama hayatı da alt üst edebilir.
Tüm karmaşıklaşan sorunlara karşın iktidarı henüz erken seçime zorlayacak koşullar oluşmuş değil. İktidar yönetim mekanizmasının her bir hücresine hakim ve yönetmek için gerektiğinde kurum ve kural değişiklikleri yapabilecek siyasal güce sahip. Durum böyle olunca ancak hayatı, sokağı yönetemezse seçim kaçınılmaz olabilir. Ama toplumun protesto gücü ve arzusu iktidarı zorlayacak güçte değil. Toplum serinkanlıca seçim sandığının önüne konacağı günü bekleyecek.
Anlaşılıyor ki iktidar yeni ekonomik programa dayandığı iddia edilen faiz-enflasyon ikilemindeki tercihinin Haziran ayına kadar sonuç vereceğine dair bir umut besliyor. Eğer bazı sayısal göstergeler ve gündelik hayat gerçekliği böyle mucizevi bazı sonuçlar üretirse yaz aylarının ekonomik ritmi, bu döviz kurlarıyla turizm gelirlerinde beklenenden de fazla artış gibi bazı göstergeler iyileşirse iktidar sonbaharda seçimi tercih edebilir. Rasyonel akıl yürütmeyle iktidarın bir yıl sonra yani 2022 sonbaharında seçimi tercih etmesi daha gerçekçi senaryo gibi görünüyor şimdilik.
İktidarın gidişatı değiştirecek gücü ve mahareti kalmadı artık. Ama sistemin de henüz Erdoğan’ı gözden çıkardığını söylemek güç. İktidar bugünkü milliyetçi ve dini referansları yoğun söylemleriyle devam edecek gibi görünüyor. Elinden de siyasi alanı daraltmak dışında bir şey gelmiyor.
Denetimi altındaki geleneksel görsel medya ile toplumun algılarını yönetmeyi umuyor olsa da örneğin toplumun artık üçte birinin TV haberleri ve tartışmalarına hiç bakmadığının, bakanların da çok büyük çoğunluğunun o söylenenlere inanmadığının farkında değil. İktidarın gerçeklikle ilişkisi koptu, toplumunkinin de öyle olduğunu sanıyor.
Tabii iktidarın hâlâ gidişatı değiştirebileceği bir duygu durumu yaratma şansı var. Eğer kendinden çok devletin bekasını önemseyeceği koşullar oluşursa, seçmen kaostan kaçınmak için iktidara yönelebilir. Bu da ancak dış dinamikler nedeniyle ülkenin ciddi bir riskle karşı karşıya olduğuna dair algının oluşmasıyla olabilir. İktidarın bugünkü dış güçler söylemi artık inandırıcılığını yitirdiği için suni gündemlerle bunun oluşması da çok zayıf bir olasılık.
İktidarın yönetme mahareti ve toplumsal desteğindeki azalma nedeniyle seçim süreci ve sonrasını muhalefetteki aktörlerin yaptıkları, yapamadıkları belirleyecek.
HDP ve başta TİP sol partilerin dışındaki muhalefet aktörlerinin geniş bir ittifakı oluşturabilecekleri ve bu konuda mesafe aldıkları anlaşılıyor. Bir yandan anayasal değişiklikler diğer yandan ekonomik programlar için bazı partiler arası çalışma gruplarının oluşturulduğunu biliyoruz. Ama hâlâ hedeflerin ve seçim sonrası süreçlerin toplumla tartışılması aşamasına gelinmedi.
Muhalefetin önünde iki büyük handikap var hâlâ. Birincisi Cumhurbaşkanı adayının kim olacağı? Muhalefet ittifakı aday sorunluluğunu ve yetkisini Kemal Kılıçdaroğlu’na devrederek bu sorunun bir kısmı çözülmüş gibi görünse de hala diri ve büyük bir sorun var. Kılıçdaroğlu’nun kendisinin aday olup olmaması ya da Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş gibi belediye başkanlarının birisinin aday gösterilmesi ihtimali kesinleşmediği için CHP’nin örgütsel gücü hala gündelik hayatın içinde hissedilmiyor. CHP örgütü, yetkili makamlarında olanların büyük çoğunluğu siyasi gelecekleri için bu kararı görmeden risk almıyor ve enerjisini ortak iddiaya yansıtmıyor; bekleme pozisyonunda kalıyor. Bu durumda CHP muhalefetin lokomotif gücü olması beklenirken ısınma hareketleriyle yetinen örgüt görüntüsü veriyor. Kılıçdaroğlu’nun kamuoyuna yeni gibi görünen söylemleri örgütsel enerjiyle birleşmediği için de söylemlerden ibaret kalan değişim toplumda henüz karşılık bulmuyor.
Halbuki CHP’nin en büyük silahlarından birisi yerel seçimler. Kazanılan yerel yönetimlerin politikalarıyla, iktidarın “değişiklikte kazanımlarınızı kaybedeceksiniz” söylemini geçersiz kılan birçok uygulama ve başarısı var. Orman yangınlarında, sel felaketlerinde yeni yerel yönetimlerin başarılı çabaları var. Ama tüm bunlar henüz CHP oyuna dönüşmüyor.
Muhalefet blokunun ikinci handikapı kimlikleri aşan bir demokrasi hareketine dönüşemiyor olması. Anlaşılan o ki bu çoğulculuk da olmayacak. HDP, Kürtler, yeşil hareket, kadın hareketi, emek hareketi gibi sivil toplumun dahil olduğu bir muhalefet ittifakından bahsediyorum. Bu durumda da soru, muhalefet blokunun sistemi değiştirecek siyasal çoğunluğu elde edip edemeyeceği olacak.
Bugünden bakılınca muhalefette iki ittifak olacağı öngörülebilir. CHP ve İyi Parti’nin başını çektiği Millet İttifakı ve HDP’nin başını çektiği Sol İttifak.
Bu olasılık gerçekleşirse kritik dönemeç; iki ittifakın Cumhurbaşkanı seçiminde ortak adaya, milletvekili seçiminde kendi listelerine destek vermek gibi bir strateji mi izleyeceği, yoksa herkesin kendi adayıyla mı seçime gideceği olacak.
Eğer Cumhurbaşkanlığı seçiminde birinci turda seçimi kazanacak geniş ittifak ve aday oluşturulamaz ise muhalefetin adayının seçimi ikinci turda kazanabildiği bir durumda sistemi değiştirecek siyasal güce ulaşılamıyor demektir. Sistemi değiştirme gücü demek 400 ve aşan sayıda milletvekilliği kazanmak demek ki bunu sağlamak ancak yüzde 58’i de aşan bir oy oranına ulaşarak mümkün. Bu siyasal güce ulaşmadan Cumhurbaşkanlığı’nı kazanmak, ertesi günden itibaren tüm partilerin saf dışı kaldığı, bugünkü gibi tüm gücü elinde toplamış olan kişinin eline, maharetine takılı kaldığımız bir dönem demek. Sorun şu ki Türkiye’nin meselesi yeni bir Erdoğan aramak değil yeni bir sistem inşa etmek.
İkinci unsur, hemen her seçimde olduğu gibi seçime katılma oranları. Seçim tarihine bakılınca ortalama yüzde 80-85 aralığında katılım oluyor. Yine öyle olması beklenir. Ama eğer kaos tedirginliği yükselir ya da muhalefet bir değişim umudunu inşa edemezse seçimlere katılım düşebilir. Düşük katılım da iktidara yarar.
Bugün seçmenin yarısı, 30 yaş altı gençlerin üçte ikisi, siyaset marifetiyle değişime dair umudunu yitirmiş durumda. Katılımda azalma bu umutsuzluğun seçim günü de sürüyor olması anlamına gelir. İktidarın gerilemiş de olsa destekçilerinin sandığa gitme kararlılıkları sürecek çünkü onlar hep seçimlere katılmaya istekli oldular. Seçime katılmayı düşüren unsur genellikle umutsuzluktan besleniyor ve genç seçmenlerde çoğalıyor. Bu da muhalefetin olası oyunun azalması anlamına gelir.
Muhalefet seçmende siyaset marifetiyle değişime dair umudu yükseltemez, siyasetin itibarını yeniden inşa edemez ise seçime katılım ilk belirleyici unsur olacaktır.
Seçimi belirleyecek üçüncü unsur sivil toplumun tercihleri, gücü ve seçim dönemindeki eylemliliği olacak. ABD Başkanlık seçimleri dahil son iki yıldaki Macaristan, İtalya, İsrail seçimlerinde de olduğu gibi yeni adayların iddialarına inandıkları için değil ülkelerindeki gidişata itirazlarıyla sivil toplum seçimlerde aktif rol aldı. En azından ülkelerinin gidişatında önceki popülist liderlerle yaşanan savrulmayı dengeleyecek bir onarım sürecini başlatabildiler. Bizde de sivil toplum son yıllarda yaşadığı yenilenme, yeni örgütlenme modelleri, genç insanların enerjileriyle bir yandan yerelleşiyor diğer yandan reel sorunlar etrafında uğraşıyı çoğaltarak güç ve başarı biriktiriyor. Bugün her biri dağlardaki çoban ateşleri gibi bir mekanda ve ölçekte gibi görünseler de daha büyük bir ateşin en önemli bileşeni ve çoğaltıcısı olacaklar.
Sivil toplumun enerjisinin ve gücünün belirleyicisi ise muhalefet aktörlerinin kapsayıcılıkları… Bu olmasa bile sivil toplum gidişata müdahil olacak.
Muhalefet aktörlerinin kapsayıcılık ve umudu inşa, sivil toplumu bu umuda ortak edebilme mahareti aynı zamanda seçimde siyasal sistemi değiştirecek siyasal güce ulaşıp, ulaşamayacakları olacak.
Bir başka seçimin kaderini belirleyici unsur Kürtler. Kürtlerin ya da bir kesiminin seçimi boykot etme veya seçimlere katılma, HDP’nin arkasında durma gayretleri yalnızca HDP’nin oy oranını değil, seçimin sonucunu da belirleyecek.
Tüm bu rasyonel akıl yürütmeler ve analizler çerçevesinde olası seçimlere dair dört senaryo yazabilmek mümkün.
1. senaryo: Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı’nı kazanabilir ama Meclis çoğunluğunu kaybeder.
2. senaryo: Muhalefetin adayı seçilir ama Meclis çoğunluğu bugünkü iktidar partilerinde kalır. Her iki senaryonun da gerçekleşme olasılığı bana göre yüzde 10. Ama her iki durumda da bugünden de daha büyük siyasal karmaşıklıkla karşı karşıya kalırız.
Bu iki senaryoda da ilk akla gelen yeni bir erken seçim ama mümkün değil. Anayasaya göre erken seçim için Cumhurbaşkanı’nın kararı veya Meclis’in beşte üç çoğunluğu yani en az 360 milletvekilinin oyuyla erken seçim kararı almak gerekiyor. Erdoğan kazandıysa yeniden bir seçimde aday olamayacağı için bu kararı almaz. Ama ülke de bu gerilimi sürdüremez. Hemen değilse de iki yıl sonra yeni bir seçim kaçınılmaz olur.
3. senaryo:Muhalefetin adayı Cumhurbaşkanı seçilir, Meclis’te Anayasa’yı değiştirecek güce ulaşılamaz. Anayasayı değiştirebilmenin iki yolu var. Anayasayı Meclis’te 360-399 milletvekili oyu ile değiştirip, kesinleşmesi için halk oyuna gitmek ya da Meclis’te 400 milletvekili oyu ile değiştirip Cumhurbaşkanı onayıyla kesinleştirmek. Birinci ihtimal için muhalefet blokunun seçimde yüzde 56 mertebesinde bir oy oranına, ikinci ihtimal için yüzde 58’e aşan bir oy oranına ulaşması gerekiyor. Muhalefetin ve ittifakın bugünkü fotoğrafı aynen sürüyor ise iki ihtimal de zor görünüyor.
Bu durumda Cumhurbaşkanı ve Meclis seçimini kazanmış ama bugünkü yönetim sisteminin aktörleri değişmiş bir durumla karşı karşıya kalırız. Bugünden bakılınca bu senaryonun gerçek olma ihtimali yüzde 50 diyebiliriz. Bu durumda bugünkü merkezi güce sahip olan yeni Cumhurbaşkanı’nın partilerle ilişkisi ama yine de yönetme kapasitesi kadar kişisel hayalleri, iddiaları, ihtirasları ve olası zaafları gidişatı belirler. Sistem değişmeyince, yapısal sorunlar siyasetten başlayarak yeşermeye, tekrarlamaya başlayacağı içinde bir kısa onarım sürecinin ardından yeni bir erken seçim daha kaçınılmaz hale gelir.
4. senaryo: Muhalefetin gerekli siyasal güce de ulaşarak seçimleri kazanma ihtimalidir elbette.
Tüm bu ihtimalleri, yaşayacaklarımızı belirleyecek elbette dünyanın da gidişatı olacak. Dünyanın yaşadığı yeni siyasi ve ekonomik egemenlik kavgasındaki gelişmeler, Orta Doğu’daki gelişmeler seçim sürecini de sonucunu da etkileme potansiyeline sahip. Bu karmaşıklık içinde keskin öngörüler doğru değil. O nedenle senaryolar ve ihtimal üzerinden neler olabileceğini özetlemeye çalıştım. Ama her şeye karşın bu hikayeyi bu memleketin insanlarının kendi geleceklerine dair kararı verebileceklerine güvenerek, ülkenin geleceğine inanarak, onurlu bir ortak yaşamı inşa edebileceğimizden kuşku duymayarak 2022’nin önemli sıçramaları da getireceğini umuyorum.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı
Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor
Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…
Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor
© Tüm hakları saklıdır.