05 Eylül 2022

Değişim her bir seçim sandığından başlar

Seçmenin değişimi sandıkla sağladığı gerçeğini unutmayın. 1950’den beri yapılan 19 seçimin 9’unda seçmen iktidarı değiştirdi. Sandıklar ve oylar umudu ve değişimi inşa etme iddiası taşıyan sözlerle korunabilir

Dünya için de Türkiye için de sonuçları önemli ve örnek olacak seçimler yaklaşırken sivil toplumda seçim güvenliği çaba ve çalışmaları hız kazanmış durumda. Sandığa giren oyların güvenli bir şekilde sayılması konusunda ilk sivil girişim 2014 İstanbul yerel seçimlerinde yaşanmıştı. Sonrasında da güçlenerek sürdü. O tarihte hiçbir siyasi parti ile ilişkisi bulunmayan, tamamen gönüllülerden oluşan, seçimlerin adil ve şeffaf olmasını hedefleyen Oy ve Ötesi gibi oldukça başarılı bir sivil girişim örneğinden sonra her seçimde biraz daha güçlenen, çeşitlenen sivil hareket şimdiden önümüzdeki seçimler için de hazırlanmaya başladı. 2023 seçimleri için partilerin gözlemci olarak katıldığı, 20’den fazla sivil örgüt ve hareketin, akademisyenlerin, bilişim ve siyaset bilimcilerin oluşturduğu “Seçim Güvenliği Platformu” da kuruldu.  Hedef, seçimlerde sandığa gidecek olan ve hangi partiye oy verirse versin her seçmenin oyunun kullandığı gibi çıkması için sivil denetim görevini yerine getirmek, seçimin adaletli bir şekilde, güvenlikle sonuçlanması.

Demokrasi için sandık yetmez

Bizim siyasi kültürümüzün seçimlere dair iki temel kabulü var. Partiler ve siyasetçiler seçimlerin yapılabilmesini ve seçimlerle iktidar değişiminin gerçekleşebilmesini demokrasi için yeter şart sayıyorlar. Bu topraklarda demokrasi seçim sandığına sıkıştırılmış durumda, demokrasinin diğer unsurları hele katılımcılık çok da önemsenmiyor. İkinci kabul de hemen hemen her seçimde kazananın hile yaptığı efsanesi kaybedenin ana söylemini oluşturuyor. Özellikle de 2007 seçimlerinden itibaren Ak Parti’nin süregiden seçim galibiyetlerine dair efsaneler çok yaygın. Elbette seçimlerde hileler, oy çalmalar oluyor, ama ülke çapındaki ana sonucu belirleyecek denli büyük seçim usulsüzlüğü sandıklardaki oylar üzerinden olmuyor.

Çünkü seçim bir süreç, seçim güvenliği ile sandık güvenliğini karıştırıyoruz. Genellikle seçim güvenliği ve sürecinden çok sandığa girmiş oyların sayımına dair usulsüzlüklere odaklıyız. Halbuki seçim sürecinin yönetimindeki eşitsizlikler, usulsüzlükler, hukuksuzluklar asıl belirleyici olan. 

Bugün geçerli olan seçim süreçlerini düzenleyen yasa, esas itibarıyla seçim sürecinin yönetimini bu iktidarın son iki seçimdir yaptığı değişikliklere kadar yargıya ve siyasi partilere veriyordu. Seçim sürecini yöneten Yüksek Seçim Kurulu 11 üst mahkemeden gelen yargıçtan oluşuyor. Aynı zamanda ülke çapında en çok oy alan dört parti de kurulda gözlemci üye bulunduruyor. İl, ilçe, sandık kurulları da aynı mantıkla yargıçlardan ve parti temsilcilerinden oluşuyor.

Yüksek Seçim Kurulu’nun kararları kesin ve itiraza açık değil. İlçe ve il seçim kurulu kararlarına partiler itiraz edebiliyorlar, her bir kararın üst kuruluna itiraz mümkün ama YSK kararları kesin.

Süreç demokratik ve adil işlemiyor

Fakat elbette süreç böyle doğal akışıyla yürümüyor. Sandık tutanaklarından ilçe oy birleştirme tutanaklarına dek bütün adımlar oynana oynana giderek süreç şeffaflığını da demokratikliğini ve adilliğini de yitirmiş durumda. Artık bugün YSK’nın her kararının hukuka uygun olduğunu söylemek mümkün değil. Örneğin mühürsüz oyların geçersiz olduğuna dair kesin yasa hükmü olduğu halde YSK son seçimlerde geçerli olduğu yönünde karar aldı ve uyguladı.

Şimdiye kadar il ve ilçelerdeki en kıdemli yargıç otomatik olarak seçim kurulu başkanı olurken şimdi kura ile seçilecek.

Son yıllardaki bazı yargı kararlarına imza atmış yargıçlar seçim kurulu başkanı olacak yani. Son İstanbul yerel seçimlerinde başkanlık seçimini iptal kararını veren yargıçların bugün nasıl iktidar tarafından ödüllendirildiklerine bakınca bu kuranın aslında atama olduğunu anlarız.

Artık seçimlerin yargı ve partiler tarafından değil, atanmışlar tarafından yönetilecek olduğunu da anlıyoruz.

Tüm süreç, seçmen kütüklerinin oluşturulması, güncellenmesi, aday olma-olabilme-gösterme süreçleri de YSK denetiminde. Daha da önemlisi kampanya süreçlerinin demokratik olması, seçmenin her bir aday ve partinin söz ve iddialarını duyabilmesi, öğrenebilmesi süreçleri de YSK denetiminde. TRT başta olmak üzere medyanın adaylara, partilere, kampanyalara dair haber ve yorumları da YSK denetiminde.

Yine son 2018 seçimlerinden biliyoruz YSK iktidar yanlısı ve lehine hiçbir ihlale müdahale etmediği, cezalandırmadığı gibi muhalefet yönünde olanlara karşı hoyrat, cezalarda cüretkar davrandı. Yine YSK kamu gücünün ve olanaklarının da haksız ve hukuksuz biçimde iktidar lehine sonsuz kullanımına da ilgisiz kaldı.  

Nitekim Türkiye’nin de resmen gözlemciliğini kabul ettiği ve bu gözlemcilik için kendisinin davet ettiği Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı’nın (AGİT) 2018 seçimlerine dair raporu bu tespitleri doğruluyor.

AGİT raporu zehir zemberek

Türkiye’deki seçimler ve sandık güvenliği konusunu yalnızca sivil girişimler değil Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı (AGİT), Demokratik Kurumlar ve İnsan Hakları Bürosu, Seçim Gözlem Heyeti de izliyor. Türkiye kurucusu olduğu AGİT’in seçimleri izlemesini ve değerlendirmelerini raporlamasını kabul ediyor.

Ama raporun eksiklik, usulsüzlük olarak ele aldığı tespitlerin hiçbirisini de özü itibarıyla kabul etmiyor, önerilen değişiklikleri yapmıyor. Yine de AGİT seçimler öncesinden başlayarak süreci izliyor ve raporluyor. AGİT izleme ve değerlendirmelerinin hem mevzuat hem de uygulamalar için objektif ölçütleri var elbette.

Seçmen listelerinin oluşturulması, güncellenmesi, seçmenlerin bilgilenmesi, aday olma, olabilmenin koşulları-kısıtları, kampanya sürecinin kuralları-kısıtları, finansmanı, medyanın rolü gibi bir dizi konu somut ölçütler bakımından değerlendiriliyor ve raporlanıyor.

AGİT’in 2018 seçimlerine dair raporu şu hukuksuzluk ve eşitsizliklere dikkat çekmiş:

“Seçim kanunlarında seçim kararından sonra değişiklik yapıldı. Mühürsüz oy pusula ve zarfları geçerli sayıldı. Çatışmacı atmosfer, genel kutuplaşmayı yansıttı. Cumhurbaşkanı sıklıkla diğer adaylar ve partileri terörizm destekleyicisi olarak işaret etti.

Görevdeki cumhurbaşkanı ve iktidar partisi, özellikle iktidara bağlı kamu ve özel medya kuruluşları ile usulsüz bir avantaj sağladı. Seçim sürecinde 643 sosyal medya kullanıcısı cezalandırıldı. Devam eden olağanüstü hal koşulları altında medyada da dahil olmak üzere toplanma ve ifade özgürlüğü kısıtlandı. Çok sayıda medya kuruluşu kapatıldı ve gazeteciler tutuklandı.

Seçim kampanyasında eşitlik gerçekleşmedi ve eşitliğe özen gösterilmedi. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun, medya izleme raporları kamuya açık değildi.” Hatta AGİT raporu medyayı, “Hükümetle bağlantılı veya kamu ihalelerine bağımlı sahipleri olan kuruluşlar” olarak tanımlıyordu.

AGİT raporuna da bahse olan seçim süreci başladıktan sonra seçim kanunlarındaki değişikliklerin ne olduğunu hatırlayalım isterseniz. Bunlardan biri, cumhurbaşkanlığı seçimi oy pusulası ile milletvekili seçimi oy pusulalarının aynı zarfa konulmasıydı.

Getirilen bu uygulama, iki seçimin seçmenin gözünde ikisinin de aynı seçim olduğu izlenimi yaratması içindi. Bu değişiklikle seçimin birlikte yapılmasından başlayarak, propaganda ve diğer birçok seçim işlemi iki ayrı seçime ait olmaktan çıktı, aynı seçimin iki parçasına dönüştü. Yasama meclisi seçimi ile yürütme organının başı olacak cumhurbaşkanı seçimi için tek seçim algısı yaratılmış oldu. Bu uygulamanın önümüzdeki seçimler için de çok önemli bir seçmenin algısını yönlendirme olacağını şimdiden söylemek mümkün.

Seçimler ‘eşit’  şartlarda yapılmıyor

Tüm bu gözlem ve tespitlerin dokunduğu nokta demokratik ülkelerde seçimlerin dayandığı esas olan “eşitlik” ilkesidir. Demokratik bir seçimden bahsedebilmemiz için kullanılan finans, olanak ve insan kaynaklarında, propagandada, medya kanallarında eşit şeffaflık, eşit denetim, eşit zaman, eşit kaynak, eşit özgürlük, eşit kural olmalı ve uygulanmalıdır. Ne yazık ki 2018 genel ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sürecin hiçbir yerinde, hiçbir işleminde eşitlik ilkesi kollanmadı. Aksine bilerek, isteyerek YSK başta olmak üzere ilgili tüm kurumlar ve sorumlular tarafından iktidar lehine bozuldu.

Tahmin edeceğiniz gibi iktidar bu raporu, tıpkı Macaristan ve Rusya iktidarlarının da itiraz ettiği AGİT raporları gibi siyasi ve taraflı olarak ilan etti ve dikkate almadı. AGİT raporu “Temel hak ve özgürlüklerde gördüğümüz kısıtlamalar bu seçimler üzerinde büyük bir etki yarattı. Türkiye’deki bu kısıtlamaların mümkün olan en kısa sürede kaldırılmasını umuyoruz” demiş olsa da aksine mart ayında yapılan son değişikliklerle daha da adaletsizliğe yol açacak düzenlemeler getirildi.

AGİT rapor ve değerlendirmelerindeki en umut verici tespit ise bu memleketin insanına dair olandı: “Vatandaşlar demokrasiye bağlılığını ortaya koydu”. Tüm tahrik, nefret ve ayrımcı söyleme karşın seçmenin yüzde 87’si sandığa gidip oyunu kullandı, manipülatif bazı olaylar dışında sandık mahallerinde kayda değer olay olmadı. 

2018 seçimlerinin ardından 2019 yerel seçimleri yapıldı. Benzer tüm yanlı, adaletsiz süreç ve kararlara karşın seçmen oyuna sahip çıktı, sivil örgütlenmeler son dakikaya kadar sürece dahil olarak olası sayım ve tutanaklara sahip çıktı, yerellerde başkanlıklarda değişimler gerçekleşti. 

Yaşadıklarımızın herkese, partilere ve sivil topluma öğrettikleri var. Sandığa giren oyu korumak kadar seçim süreçlerinde de yapılması gerekenler, bizlerin de yapması gerekenler var. En başta, “seçim yapmayacaklar”, “seçimleri erteleyecekler”, “sandık başında olaylar çıkaracaklar”, “oyları çalacaklar”, “kaybetseler de bırakmayacaklar” gibi söylemlere kapılmamak, hatta çoğaltmamak, yaymamak gerekiyor. Bu ülkenin 72 yıllık seçimli siyasi hayatı bile bu tevatürlerin tam tersini gösteriyor.

Üstelik böylesi bir umutsuzluk iklimi statükoya, iktidara yarıyor. Ayrıca yerel seçimlerde İstanbul Belediye Başkanlığı seçimi, iptali, yenilenmesi bu iktidarın ve YSK’nın süreçleri tüm eşitsiz, adaletsiz, hukuksuz yürütüşüne karşın bile kaybedebileceğini de bırakacağını da gösterdi.

Seçmenin değişimi sandıkla sağladığı gerçeğini unutmamak gerek. 1950 yılından beri yapılan 19 seçimin 9’unda seçmenin iktidarı değiştirdiğini de unutmamak gerek. Bu nedenle kurulması gereken cümle, “her bir oy ile, her bir sandıkta değişimin başlayacağı” cümlesidir. Sandıklar ve oylar korunma güdüsünden daha çok umudu ve değişimi inşa etme iddiası taşıyan sözlerle korunabilir.

Toplumu değişimin kaos ve kargaşa olmadan yaşanabileceğine, toplumsal uzlaşma ve değişimi siyasetin ve partilerin yönetebileceğine inandırmak gerekir. Ülke bu badireden ancak siyasi süreçler marifetiyle çıkabilir. Bunun için siyasete güvenin yükseltilmesi gerekir. Aynı biçimde partilerin ve siyasetin de vatandaşın oylarıyla gösterdiği beyana ve tercihe güvenmesi gerekir.

Partiler ve seçmen arasındaki güvenin, genel olarak siyasete güvenin güçlendirilmesi, yükseltilmesi gereken bir dönemdeyiz. Siyasete güveni yükseltmenin önündeki engellerden birisi seçmenlerden çok partiler ve siyasetçilerle sivil toplum arasındaki güvensizlik.

Seçim Güvenliği Platformu gibi seçim ve sandık güvenliği konusundaki çabalar, yarın illerde, ilçelerde yüzlercesini göreceğimiz sivil girişimler de bu güvensizliği aşmak konusunda bir fırsat alanı üretiyor. Partiler ve sivil toplum aktörleri birbirlerinin bilgi ve deneyim birikimine güvenmeli, iş birliği zeminlerini çoğaltmalılar. 

Daha önemlisi ise seçmen olarak her birimiz oyuna sahip çıkmalı, yasal hakkımız olan oy kullandığımız sandıkta sayım tutanağı imzalanana kadar süreci izlemeli, spekülatif, kötücül amaçlı, hakikati eğip büken haber ve efsanelere inanmamalı, çoğaltmamalıyız.


Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı

Yazarın Diğer Yazıları

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

Hepimizin meselesi: Kürt meselesinde yeni bir aşama mümkün mü?

Kürt meselesi temelde devletin yeniden yapılandırılması, demokratikleşmesi, yargının baştan aşağı yenilenmesi, çok kültürlü ve kimlikli toplumsal yaşamın kuralları ve yapılarının tanımlanması gibi pek çok başlıkla birlikte tartışılmalı. Bu konular Kürtüyle, Türküyle ve her türlü kültürel, toplumsal, siyasal ve bireysel kimlik farklılıklarıyla hepimizi ilgilendiriyor. Çünkü eski kurallar yalnız Kürtleri değil, çoğunluğa dâhil olmayan her türlü kimliği yok saymaya dayalı

"
"