Başbakan’ın üç çocuk tavsiyeleri ve şimdi de doğumları teşvik planı çalışmaları tartışılıyor. Yükselen itirazların önemli argümanlarından birisi yoksulların daha çok çocuk sahibi oldukları ve her yeni doğan çocuğun ailenin yoksulluğunu da devralacağı.
Bu argümanın önemli oranda haklılığı var. Ama bugün aile ve çocuk ilişkisinde başka bir noktaya değinmek istiyorum.
Seçmen, müşteri, okur, izleyici vb. olarak tanımladığımız ve anlamaya çalıştığımız bireyi esas olarak önce ailesiyle sonra toplumla ilişkilendirmeden yapılan açıklamalar yetersiz kalıyor. Aile en küçük toplumsal birim; aynı zamanda nesiller arası bir sistem. Ve her sistem gibi değişmekte olan, kendi iç dinamikleriyle veya toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal dinamiklerle dönüşen bir sistem.
Sanayi toplumu sosyolojisi içinden bakınca tarım toplumundan sanayi toplumuna geçilirken, aile yapısı da geniş aileden çekirdek aileye dönüşür. Yine bu şemanın sonuçlarına göre çekirdek aileye dönüşmüş, kentli olmuş ailenin önce tüketim ve davranış kalıpları değişir, sonrasında da değerleri“modern, kentli” değerlere doğru değişecektir. Elbette bu hayat tarzı bakımından modern nitelemesinin de kılık kıyafetten kadın erkek ilişkilerine kadar ima ettiği ve tanımladığı bir dizi tutum, davranış ve değerler manzumesi vardır. Ama en önemlisi bireyselleşmenin artacağı, aile içinde bile bağımsız bireylere dönüşüleceği varsayımıdır.
Bireyselleşme değil aile
Siyaset biliminden pazarlamaya, reklamcılıktan üretime kadar hemen her alan sanayi toplumu sosyolojisiyle tanımlanmış, doğru, normal ve kaçınılmaz olan bu çekirdek aileye ve bireyselleşmeye göre kurgulanmaktadır.
Buna karşılık Türkiye toplumunda hâlâ en önemli toplumsal kurum ailedir. Bireysellik- kolektiflik üzerinden bakıldığında öncelik ailede sonra da ülkede. Kısaca söylemek gerekirse henüz bu toplumda sanayi toplumu sosyolojisiyle tanımlanmış bireysellik son derece düşük. Hatta bu anlamda bireysel düşünenler yalnızca toplumun beşte biri.
Hâlâ bu toplumun gençlerinin çok büyük bir bölümü gelecek planını bile ailesi üzerinden yapıyor. Yalnızca kendi hayalleri, kendini gerçekleştirme arzusu gibi meseleler aileden sonra geliyor.
Her ne kadar aile yapısı göçle beraber değişiyor, çekirdek aileye dönüşüyor gibi görünse de “KONDA aile araştırması”nın temel bulgusu Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın “duygusal geniş aile” tezini doğruluyor. Hanedeki fert bakımından aileler küçülüyor fakat ilişki üzerinden bakıldığında daha yoğun bir ilişkinin ve karşılıklı etkileşimin olduğu görülüyor.
Bu bulgunun önemli göstergelerinden birisi yurtiçi hareketlilik. Her ne kadar medya “tatilci trafiği” gibi bir klişeyi sıkça kullanıyor olsa da o gördüğümüz tatilci trafiği değil, “ataya ve memlekete gidenler trafiği”. Tatillerde deniz kenarına, tatil yerlerine gidenler henüz toplumun dörtte biri.
Korkularından bakınca aile
Toplumun üçte ikisinin bireysel hayatı için en büyük korkusu “oğlunun, kızının istediği eğitimi alamaması”. Yine üçte ikisinin ülke hayatı için en büyük korkusu “geleneklerden kopmak”.
Aileye verilen önem ile beraber bu korkuları anlamaya çabaladığımızda şu yorumu yapmak mümkün. Bu toplumda ailenin hayallerinin taşıyıcısı çocuklar.
Yüksek eğitimli oranının yüzde 11, lise eğitimli oranının yüzde 27 olduğu, ortalama eğitim süresinin 7,8 yıl olduğu, beşte dördünden fazlasının bir meslek sahibi olamadığı, kendine özgüveni düşük bireylerin gelecek hayalleri kendi emekleri üzerinden değil, çocukları üzerinden.
Denizli’nin Çal’ında, Kayseri’nin Develi’sinde ya da Diyarbakır’ın merkezinde yaşayan bir babanın, annenin daha iyi bir hayat arzusu nasıl gerçekleşebilir? Kendi emeğiyle kazandığı veya en fazla kazanabileceği ne? Tasarruf edebileceği ne? Nasıl daha konforlu bir hayata ve refaha ulaşabilecek?
Piyango vurmaz ise veya eğer bulunduğu mahal göç alan bir yerse ve tarlalar arsa olup spekülatif satışlarla olağanüstü kazanç ihtimali yoksa ne yapacak?
Tek şansı var: Çocukları iyi eğitim alırlar ve geleneklerine ve ailelerine bağlı insanlar olurlarsa, aileyi de daha iyi bir hayata doğru çekerler.
Nitekim toplumun çok büyük bir kısmının ailesiyle ilişkisi yalnızca sevgi ve saygı ilişkisini sürdürmek veya beraber gündelik hayat pratikleri üzerinden değil bunların çok ötesinde bir ilişki ve destek üzerinden.
Dolayısıyla Türkiye’deki aile yapısı ekonomik ilişkilere dayalı geniş aileden çekirdek aileye doğru geçişte orta bir durakta ilişkiye dayalı, geleneksel ve dinî değerler ağırlıklı üçüncü bir aile yapısı gösteriyor. Muhtemelen de bu durak büyük oranda kalıcılaşma eğilimi taşıyor.
İster siyasetçi ister iş yöneten olun eğer bu yapıyı dikkate almadan strateji geliştiriyorsanız ve eğer arzulanan başarı gelmiyorsa, bir de meseleye bu noktadan bakmak yararlı olabilir.
(Taraf - 7 Şubat 2013)