03 Eylül 2020

Türkiye Cumhuriyeti devletine dinmek bilmeyen kalp kırıklığım üzerine

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyla büyük bir barış yapmadan, herkes gerçekten eşit olmadan bu ülke orta gelir tuzağından, yoksulluktan kurtulamayacak. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını affettiği gün ben de onu affedeceğim

1990'lı yılların ilk yarısında İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdikten sonra hayalimi gerçekleştirmek üzere İngiltere'deki üniversitelere master başvurusu yaptım. Hayalim, sosyal bilimci olmaktı. Noam Chomsky, Edward Said veya Samir Amin gibi ses getiren kitaplar yazacaktım. Hayal işte…

Başvuru yaptığım pek çok üniversiteden sadece Lancaster Üniversitesi'nden kabul geldi. Kocaman kırmızı mührü bulunan bir "acceptance" belgesiydi… Eylül'ün şimdi hatırlamadığım bir gününde, İngiltere'nin kuzeyindeki Lancaster şehrinde olmam gerektiğini bildiriyorlardı.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün Cağaloğlu'ndaki ilgili birimine pasaport başvurusu yaptım. (O zamanlar pasaport başvurusu tek yerden yapılıyordu.) Birkaç gün sonraya randevu verdiler. Denilen gün gittiğimde uzun bir kuyrukla karşılaştım. Sırası gelene lacivert kapaklı pasaportunu veriyorlardı. Sıra bana geldi ve bankodaki polis, pasaportumu vermek yerine Masa 3'e gitmem gerektiğini söyledi.

Masa 3'ün adını o güne kadar duymamıştım. Pasaport kuyruğunun bulunduğu bankonun biraz ilerisinde, önünde birkaç kişinin beklediği bir bankoydu. Görevli polis "bir yere kadar" gitmişti, neredeyse yarım saattir onu bekliyorlardı.

Bunu bana söyleyen, Doğu şivesiyle konuşan, 35-40'larındaki bir adamdı. Kaderimizi Masa 3'te kesiştiren şey neydi acaba?

Bir süre daha bekledik. Nihayet bir polis gelip bankonun arkasındaki sandalyeye oturdu. Önümdeki kısa kuyruk hızla eridi. Anladığım tek şey, kimsenin Masa 3'ten pasaportuyla ayrılamadığıydı.

Nihayet sıra bana geldi. Eğilip ismimi söyledim. Polis önündeki birkaç dosyaya baktı ve pasaport başvurumun incelemede olduğunu söyledi. İki hafta sonra yeniden gelmeliydim.

O gün oradan ayrıldıktan sonra "Masa 3"ün anlamını çevremdeki birkaç kişiye sordum, onlar da tanıdıkları avukatlara sorup öğrendiler: Masa 3, sakıncalılar masasıydı.

Üniversiteye bir "varoluşçu" olarak gelmiştim. Lisede Sartre ve Camus'nün neredeyse bütün kitaplarını okumuş ve hayatın "saçma" olduğuna karar vermiştim. Hayatlarımızı, "özgür seçimlerimizle" kendimiz inşa etmeliydik.

Şimdi düşünüyorum da varoluşçuluk, mantık boşlukları olan zayıf bir felsefeydi. (Varoluşçu okurları tenzih ederim.) Ama on sekiz yaşındaydım ve bütün on sekiz yaşındakiler gibi inandığım fikirlerden en ufak bir kuşku bile duymuyordum.

Üniversitede varoluşçu fikirlerin üzerine sol fikirler eklendi. Öğrenci eylemlerine katıldım, birkaç kez gözaltına alındım.

Ama mahkemeden ceza filan almadım. (Ayrıca yüz kızartıcı bir suç olmadıktan sonra, alsam ne olurdu?) Kendimi Türkiye Cumhuriyeti'nin diğer vatandaşları kadar özgür, onlar kadar eşit hissediyordum.

Ben öyle düşüne durayım, Türkiye Cumhuriyeti benim diğer vatandaşlarla eşit olmamam gerektiğine karar vermişti. Fişlenmiştim. Mahkemeden aldığım temiz kağıdının polis için hiçbir anlamı yoktu. Sakıncalı olmanın ilk sonucu, pasaport alamamaktı. Devlette iş bulamayacağımı da kısa bir süre sonra öğrenecektim.

O yıl pasaport alamadım. Lancaster Üniversitesi'ne bunu yazınca, kabulümü bir yıl dondurabileceklerini, ertesi yıl da gelebileceğimi söylediler. Ertesi kış ve baharda Masa 3'e gittim, geldim. Polisler pasaport vermemeye kararlıydılar; ama bunu açıkça söylemek yerine (Çünkü bunu açıkça söylemek "Yasaları tanımıyoruz" demek olurdu), "Bir ay sonra gel", "Gelecek ayın başında gel" deyip duruyorlardı.

Akademisyen olup Noam Chomsky, Edward Said veya Samir Amin gibi ses getiren kitaplar yazma hayalim böylece suya düştü. "Madem yurt dışına gidemiyorum, o zaman askere gideyim" diyerek Sivas'taki acemi birliğine teslim oldum. Dönüşümde evlendim. Üç-beş yıl sonra, benimle aynı tarihte Hukuk Fakültesi'nden mezun olan genç ve iş bitirici bir avukat arkadaşım, "doğru kişileri görerek" pasaportumu almayı başardı. Ama artık yeni bir hayat kurmuştum ve sıfır noktasına dönüp kendimi İngiltere'nin kuzeyindeki küçük bir şehirde gece gündüz kitap okumaya veremezdim...

Bugün düşünüyorum da, belki de Türkiye'de kalmam iyi oldu. Evet, çok okuyan ve gelecek vadeden bir akademisyen adayıydım ama bir yandan da aşırılıklara düşkün bir tarafım vardı. Bir oturuşta bir büyüğü devirmeden masadan kalkmazdım mesela o yaşlarda. İngiltere'de iyi bir akademisyen olmak yerine kaybolup giden nice gencin arasına katılmam daha yüksek ihtimaldi, bana kalırsa.

Hem Türkiye'de fena bir hayatım olmadı, buradaki standartları orada yakalayabilecek miydim bakalım?

Yine de ama içimde bir şey kırılmıştı. Türkiye Cumhuriyeti'ne duyduğum kırgınlık aradan geçen onca yıla rağmen dinmek bilmedi. Dinmek bir yana, devletin sakıncalı vatandaşlarına yaptıklarını gördükçe katlanarak büyüdü.

Önceleri sakıncalı vatandaşlar, Ermeniler, komünistler ve benim gibi öğrenci eylemlerine katılan ateşli gençlerden ibaretti. Bir Ermeni hiçbir zaman devlet memuru olamaz, bir komünist, eğer devleti kızdırdıysa hiçbir zaman pasaport alamazdı. Ünlü ozan Ruhi Su, kanser olduğunda, yurt dışında tedavi için bile pasaport alamamıştı mesela.

Sonra sakıncalılar grubu büyüdü, büyüdü. AKP döneminde bir an geldi, ülkenin en iyi eğitim alan gençleri, Galatasaray, İstanbul Erkek, Robert Kolej mezunları bile sakıncalılar arasına katıldı.

Eskiden iktisat okuyan parlak bir gencin en büyük hayali Merkez Bankası'na girmekti. İstanbul Erkek Lisesi'nin ardından Boğaziçi'nde ekonomi okuyup Merkez Bankası'na girmek ve basamakları birer ikişer atladıktan sonra İstanbul'daki özel sektör şirketlerinden birine üst düzey yönetici olarak transfer olmak, "eski Türkiye'de" olağan bir kariyer çizgisiydi. Bugün Merkez Bankası artık sadece Ermenilere ve komünistlere değil, beyaz Türklerin iyi eğitimli çocuklarına da büyük oranda kapalı. İmam hatip, tercihen Kartal İmam Hatip mezunları dışında artık kimse birinci sınıf vatandaş değil.

* * *

Son yıllarda yapılan araştırmalar, bir ülkenin ekonomik gelişiminde insan faktörünün sanılandan çok daha etkili olduğunu ortaya koydu. İyi yetişmiş bir insan kaynağınız yoksa veya kuruluşlarınızı iyi yetişmiş insanlar yönetmiyorsa, gelişemiyorsunuz.

Türkiye neden "orta gelir tuzağı"na takılıp kaldı sizce? Neden başka ülkeler bizi sollayıp 20-25 bin dolarlık kişi başına gelirlere çıkarken biz yıllardır 8 bin dolarda debelenip duruyoruz? Bu ülke neden yoksul?

İktidara sorduğunuzda, faiz lobisinden, Türkiye'yi çekemeyen güçlerden dem vuracaktır. Ben size gerçek sebebi söyleyeyim: Türkiye Cumhuriyeti devletinin vatandaşlarını "birinci sınıf-ikinci sınıf" diye ayırmasından; Merkez Bankası'nı, THY'yi, Türk Telekom'u, Hazine'yi, üniversiteleri, sırf "makbul"ler diye, yetersiz, eğitimsiz, çapsız, ufuksuz, vizyonsuz insanlara emanet etmesinden Türkiye geri kaldı.

Bu aralar sık sık alıntı yaptığım Güney Koreli iktisatçı Ha-Joon Chang, ülkeler arasındaki gelişmişlik farklarını en alttaki değil, en üstteki insan kalitesinin belirlediğini söyler. İsveçli, Çinli veya Nijeryalı taksi şoförleri arasında pek bir fark yok. Ama o ülkenin üniversitelerini, teknoloji merkezlerini, finans kuruluşlarını yönetenler arasında var.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyla büyük bir barış yapmadan, herkes gerçekten eşit olmadan bu ülke orta gelir tuzağından, yoksulluktan kurtulamayacak.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını affettiği gün ben de onu affedeceğim.

Yazarın Diğer Yazıları

Helalleşme yazısı

Helalleşelim. Ama ayrılmayalım

Cumhurbaşkanı Erdoğan faiz indirimi konusunda neden ısrarcı? Kafasındaki plan ne?  

Muhtemelen (İki aydır olduğu gibi) kur akışa bırakılacak, faiz indirimleri sürecek, seçim öncesi olası atakları karşı rezerv açığı kapatılmaya çalışılacak, inançla yola devam edilecek.

Anadolu burjuvazisi şimdi ne düşünüyor?

2018’e kadar amasız, fakatsız destekledikleri AKP’nin arkasında dimdik duruyorlar mı hâlâ? Yoksa ekonomideki, dış politikadaki maceracılıktan, beceriksizlikten bezdiler mi?

"
"