Hamas’ın 7 Ekim’deki kanlı saldırısının birinci yıldönümü, İsrail’in yürüttüğü savaşın ikinci evresine denk geldi.
Şimdiye kadar genel kanaat, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun attığı her adımın iktidarda kalma çabasından kaynaklandığı yönünde idi.
Gazze’de ateşkes istemedi, çünkü silahlar sustuğu anda iktidarının 7 Ekim’e dönük hataları daha fazla sorgulanacaktı. Savaşı Gazze’nin dışına taşırıp bölgeye yayarak da İsrail halkına “mevcut savaş şartlarında benim iktidarımdan vazgeçemezsin” mesajını vermeye çalıştı.
ABD’nin, İsrail karşısında, tüm dünyaya neredeyse rezil olmasına neden olan aczi ise ülkedeki başkanlık seçimlerine, İsrail lobisinin kuvvetine bağlanıyordu. Ayrıca küçük ortakların zaman zaman büyük ortağı rehin alması siyasette sıkça rastladığımız bir durum.
Tüm bu görüşler hala geçerliliğini koruyor.
Ancak savaşın gidişatı, gelişmeleri tek başına acımasız bir liderin ayakta kalma arzusuyla anlamlandırmanın yetersiz kalacağını gösteriyor.
İntikam soğuk yenen yemektir
Belli ki İsrail, bir punduna getirip, İran’ın kolunu kanadını kırmak için fırsat kolluyormuş.
İntikam soğuk yenen bir yemektir, diye boşuna dememişler. İsrail, 2006’da Hizbullah tarafından Lübnan’da püskürtülmesini takiben uzun soluklu bir hazırlık sürecine girmiş. Yıllar süren çabanın ardından Hizbullah’ın ve destekticisi İran’ın kılcal damarlarına kadar sızabilmiş.
Burada çok dikkat çekici bir nokta var. Esad rejimini desteklemek amacıyla İran ve Hizbullah’ın Suriye’de askeri varlığını arttırması İsrail için bulunmaz bir fırsat yaratmış.
Financial Times’da yer alan bir haberden anlıyoruz ki, Suriye’de savaş uzadıkça, ölen militanların yerine yenilerini koymak için İran milislerinin ve Hizbullah’ın saflarına kattığı militanlar, İsrail’in sızmasını kolaylaştırmış. Anlayacağınız, Türkiye’nin Suriye’nin iç savaşının uzamasında oynadığı rol, Esad karşıtı güçlere sağladığı destek dolaylı olarak İsrail’e yaramış.
Hizbullah’ın yolsuzlukla ün salmış Suriye istihbarat servisi ile bilgi paylaşması, İsrail’in ölümcül darbeleri vurmasına imkan tanıyan zaafiyetleri yaratmış.
İsrail bu sayede nisan ayında Şam’daki İran konsolosluğunu hedef alarak, İran Devrim Muhafızları’nın üst düzey bir komutanını öldürdü.
Bu sayede temmuz ayında Tahran’ın orta yerinde Hamas’ın siyasi lideri İsmail Haniye’ye nokta suikast düzenledi.
Bu sayede, Hizbullah’ın çağrı cihazlarını mini bombaya çevirip patlattı.
Ve tabii en son, Hizbullah lideri Nasrallah’ı öldürdü.
ABD’nin Irak ve Afganistan’da bıraktığı enkaz İran’ı güçlendirdi
Bundan sonra olabilecekleri anlamlandırabilmek için filmi biraz geriye sarmakta fayda var.
ABD’nin Irak ve Afganistan müdahalelerinin ortaya bıraktığı enkazdan en çok faydalanan İran oldu. İran bir ara öylesine güçlendi ki İranlı yetkililer, dört başkentte “Tahran, Şam, Beyrut, Bağdat’ta iktidardayız” diye böbürlenmeye başlamışlardı.
İran İsrail’le doğrudan savaşmak yerine, vekilleri aracıyla hırpalamaya çalıştı. Yemen’den Suriye’ye kurduğu “direniş hattını” bir yandan Araplara karşı kullanırken bir yandan da İsrail’i bir ateş çemberi içinde tutmaya çalıştı.
İşte şimdi İsrail, İran’ın ileri karakollarını yerle yeksan edip, başta Lübnan olmak üzere farklı ülkelerde destek verdiği güçlerin, vekillerinin elini kolunu kırmaya karar vermiş görünüyor.
İsrail direniş hattını kırıp, işi ne kadar İran’ın nükleer tesislerini, petrol tesislerini, limanlarını vurmaya kadar götürecek belli değil. Ama her halükarda, Amerika’nın işler çığırından çıkmasın diye kızarmış gibi görünse de İsrail’in İran’ı zayıflatıyor olmasından memnun olacağı aşikar.
Çin’le rekabetine odaklanmak isteyen ABD’nin İran’ın gücünün azaldığı, Körfez ülkelerinin ağırlığının daha fazla hissedildiği farklı bir Orta Doğu konfigürasyonu için çalışacağı anlaşılıyor. ABD, Orta Doğu’yu istediği gibi şekillendirebilir mi, o belirsiz. Çünkü günümüz dünyasında güçlü ülkeler artık istedikleri gibi at koşturamıyorlar.
Türkiye, İran’la Irak ve Suriye’de rekabet içinde
Tüm bu gelişmeler karşısında, gücünü kaybetmiş bir İran’ın Türkiye açısından etkilerini sorgulamak gerekiyor.
Türkiye Suriye’de sanki sadece YPG ile mücadele ediyor gibi bir algı yaratılıyor. Halbuki İran’ın ve Hizbullah’ın desteği olmasa belki de Esad rejimi yıkılacaktı. Türkiye’nin Suriye’de “vekilleri” aracılığıyla verdiği askeri mücadele sadece YPG değil, İran milisleri ile Hizbullah’a karşı da yürütülüyor.
Dolayısıyla İsrail, İran ve Hizbullah’ın Suriye’deki varlığına zarar verdiğinde Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk istihbaratının üzüm üzüm üzüldüğünü sanmıyorum.
İran ve Hizbullah’tan yeterli desteği ileride alamayacak olan Beşar Esad’ın da Türkiye ile masaya oturmak için eskisi kadar nazlanmayacağını da varsayabiliriz.
Yine İran’ın etki alanından bir miktar çıkmaya çalışan Irak’taki merkezî hükümetin de Gazze nedeniyle Tahran’ın dikkatinin dağılmasından yararlanarak son dönemde Ankara’ya daha fazla yakınlaşmış olabileceğini de tahmin edebiliriz. İki başkent arasında son dönemde artan trafik ve özellikle terörle mücadele konusunda ortak hareket etmek için imzalanan belgeler Tahran’ı mutlu edecek gelişmeler değil.
Yine benzer şekilde Tahran’ın zayıflaması, Kuzey Irak’ta Türkiye’ye müzahir davranmayan ve PKK’ya alan açan Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin de tutumunu farklılaştırmaya itebilir.
Tabii tüm bunlar İsrail’in İran ve Hizbullah’a yönelik adımlarının illa alkışlanması gerektiği anlamına gelmez. İsrail’in de İran’ın da izledikleri politikalar yarattıkları istikrarsızlık nedeniyle Türkiye açısından sakıncalıdır.
Gazze ve ötesinde yürüttüğü savaşla insanlığa karşı suç işleyen Netanyahu’nun İsrail’iyle, ona göz yuman ABD’ye öfkelenip nefret edebiliriz.
Ama “ABD- İsrail ikilisinin arkasında olduğu hiçbir şeyden Türkiye’ye hayır çıkmaz” kolaycılığı bizi yanlış yerlere sürükleyebilir.
Ekonomik krizin, ülkede hiçbir şeyin doğru dürüst gitmemesinin insanları isyan noktasına getirdiği bir dönemdeyiz.
Elbette ki çevremizde büyük bir yangın var ve iktidarı ile muhalefeti ile gelişmelerin yakından takip edilmesi gerekir.
Ancak AK Parti’nin “İsrail tehdidi” üzerinden, sanki Türkiye savaşa girecekmiş gibi yaratmak istediği olağanüstülük hali korkarım; dikkatleri ülkedeki gerçek sorunlardan başka yöne çekme amacı taşıyor. Bu tuzağa özellikle muhalefetin düşmemesi gerekir.
Barçın Yinanç kimdir?
Barçın Yinanç, 1968 yılında doğdu, ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdi. 1990'da stajyer olarak başladığı Milliyet Ankara Bürosu'nda 10 yılı aşkın bir süre diplomasi muhabirliği yaptı. Ardından televizyon haberciliğine geçerek önce TV8, sonra CNN Türk Ankara Bürosu'nda çalıştı.
Türkiye-ABD, Türkiye-AB ilişkilerinin yanı sıra Kafkaslar'dan Ortadoğu'ya, geniş bir coğrafyada Türk dış politikasıyla ilgili gelişmeleri takip etti. Çok sayıda yabancı hükümet yetkilisiyle söyleşiler yaptı, BM, NATO ve AB gibi uluslararası kuruluşların zirvelerini, perde arkası gelişmeleri yerinden haberleştirdi.
2004 yılında İstanbul'a yerleşti, CNN Türk ve Referans gazetesinin ardından İngilizce yayımlanan Hürriyet Daily News'da (HDN) çalışmaya başladı. Haber koordinatörü, yorum sayfası editörü olarak çeşitli görevler aldı; 2010'dan başlayarak on yıl boyunca gazetenin pazartesi söyleşilerini gerçekleştirdi. Bu süre boyunca dış politika analizlerini yazmaya devam etti.
Pek çok uluslararası düşünce kuruluşunun toplantılarına konuşmacı, kolaylaştırıcı olarak katılıyor, yabancı yayın organlarının yayınları için yorumlar yapıyor. AtlatmaHaber adlı podcast serisini hazırlayan Yinanç Diplomasi Muhabirleri Derneği, Uluslararası Kayak Kayan Gazeteciler Derneği (Ski Club of International Journalist) ve Dış Politikada Kadınlar platformunun üyesi.
Son yayını; Women, Peace and Security Agenda in Turkey and Women in Diplomacy: How to Integrate the WPS Agenda in Turkish Foreign Policy (Türkiye'de Kadın, Barış ve Güvenlik Ajandası-Diplomaside Kadın: Türk Dış Politikası'na Kadın, Barış ve Güvenlik Ajandası nasıl dahil edilir) başlığını taşıyor.
Aralık 2020'den itibaren T24'te yazan Barçın Yinanç, T24 ekranında da, her hafta Metin Kaan Kurtuluş'la birlikte "Dış Politika ile İçli Dışlı" adlı programı yapıyor.
|