Türkiye Cumhuriyeti 90 yılını geride bıraktı. Cumhuriyet 90. yılında da demokratik ve sosyal muhtevadan oldukça uzak. Dahası demokratik bir sosyal hukuk devleti olarak tanımlanan cumhuriyetin bu iki özelliği kağıt üzerinde kalmaya ve içi boşalmaya devam ediyor. Böylece cumhuriyet “kimsesizlerin kimsesi” olma hedefinden giderek uzaklaşıyor. Paternalist yönelimle ve kimsesizlerin vasisi olarak inşa edilen cumhuriyet, kısa süren demokratikleşme ve sosyalleşme eğiliminden sonra günümüzde adeta bir piyasa cumhuriyetine dönüşmüş durumda.
Atatürk’ün ifadesiyle “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesi” idi. Kimsesizlerin kimsesi olarak cumhuriyet fikri aslında adı konmamış bir sosyal devlet yönelimi olarak da okunabilir. Cumhuriyet fikrinin temelinde insanın kaderini başka insanların veya doğanın insafına terk etmemek yatar. Ancak sosyal olmayan bir cumhuriyetin “kimsesizlerin kimsesi” olması temenniden öteye gidemiyor. Eşitlik-özgürlük-kardeşlik ideallerinden doğan cumhuriyet giderek sermayenin saltanatına dönüşüyor.
“Gece bekçisi” cumhuriyet
1920’ler Türkiye’sinde iktidarı soylulardan alabilecek güçte bir burjuva sınıfı ve o burjuvaziye karşı sosyal bir cumhuriyetin mücadelesi verecek bir işçi sınıfı olmadığı için cumhuriyet asker-sivil seçkinlerin elinde şekillendi. Ancak bu cumhuriyetin sınıf niteliği olmadığı anlamına gelmiyor. İşçi sınıfının sayıca az ve örgütlenmesinin bastırıldığı koşullarda sermaye korunup kollandı, siyasal temsile ve iktisadi güce kavuştu.
Sosyal haklar ve devletin bu alandaki görevlerine yer vermeyen 1924 Anayasası ile cumhuriyet devleti, Bülent Tanör’ün ifadesiyle liberalizmin “jandarma devlet”ine benziyordu. Takrir-i Sükun (1925) ile başlayan ve 1946'ya kadar devam eden dönemde her türlü sosyal/sınıfsal fikriyatın ve hareketin önüne set çekildi. Cumhuriyetin bu dönemdeki resmi ideolojisi olan halkçılık, "imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle" şiarı ile ifade ediliyor ve kolektif sosyal hakların lüzumsuzluğunun ideolojik gerekçesi oluyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında işçi hakları ile ilgili bölgesel kanunlar ile çalışma hayatının çeşitli boyutlarını ele alan yasalar çıkarılsa da, cumhuriyetin işçi yurttaşları ile ilgili ilk önemli düzenlemesi 1936 tarih ve 3008 sayılı İş Kanunu’dur.
İşçilerin vasisi cumhuriyet
1936 İş Kanunu o zamana kadar en sistematik ve kapsamlı düzenleme olması ve bazı hükümleri açısından ileri standartlar getirmesi nedeniyle olumlu özellikler içerir. Ancak bu olumlu özelliklere rağmen çalışma ilişkilerinde ve toplu işçi haklarında otoriter bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Sendika ve özgür toplu pazarlık söz konusu edilmemiş, aksine grev açıkça yasaklanmıştır. Ahmet Makal, İş Kanununun ikili bir karaktere sahip olduğunu bireysel iş ilişkileri açısından “koruyucu”, toplu iş ilişkileri açısından ise “otoriter” bir nitelik taşıdığını vurgulamakta ve toplu iş hukuku alanında getirilen yasakların bir tehdidin varlığından değil, dönemin zihniyetinden kaynaklandığının altını çizmektedir. CHF Genel Sekreteri Recep Peker’in “Yeni iş kanunu sınıfçılık şuurunun doğmasına ve yaşamasına imkân verici hava bulutlarını silip süpürecektir” değerlendirmesi İş Kanunu’nun gerçek amacını ve felsefesini ortaya koymaktadır.
Meclis görüşmeleri sırasında Celal Bayar, “İş Kanunu büyük partimizin büyük ve ana prensiplerinden nur almıştır” değerlendirmesini yapmıştı. Bayar’ın sözünü ettiği “nur” CHF’nin 1931 programı ile benimsediği ilkelerdir. 1931 programı ile, halkın “ayrı ayrı sınıflardan mürekkep olmadığı”, “bir işbölümü içinde muhtelif mesai erbabına ayrılmış” bir topluluk olduğu belirtilerek, CHF’nin “sınıf mücadelesi yerine içtimai intizam ve tesanüt” amacını güttüğü kabul edilmiştir. 1936 İş Kanunu toplu işçi haklarına vesayetçi yaklaşımın tipik örneğidir. Bireysel işçi haklarında önemli ilerlemeler sağlanırken, toplu haklar yasaklanmış ve/veya görmezden gelinmiştir. 1936 İş Kanunu’nun sağladığı bireysel işçi haklarının en önemlilerinden biri bugün ortadan kaldırılması gündemde olan kıdem tazminatıdır.
Sınıftan ürken cumhuriyet
İş Yasasının toplu iş ilişkileri alanında getirdiği otoriter düzenlemeler 1938 tarihli Cemiyetler Kanunu’nun “sınıf esasına ve adına dayanan cemiyetlerin” (sendika ve siyasi parti) kurulmasını yasaklanması ile pekişmiştir. 1938 Cemiyetler Yasası Türkiye tarihindeki ilk mutlak sendika ve sol parti yasağını getirmiştir. Yasanın Celal Bayar’ın başbakanlığı döneminde kabul edildiğini ayrıca not etmek gerekir. Tek Parti döneminin otoriter uygulamalarından DP kadrolarını azade gören yeni moda tarih okuması için bu dipnot bilhassa önemli.
1945/1946 yılları bireysel işçi hakları ve sosyal politika açısından önemli adımların atıldığı yıllardır. Çalışma Bakanlığının, İş Kazaları ve Analık Sigortaları (İşçi Sigortaları Kurumu) sisteminin yürürlüğe girmesi ve İş ve İşçi Bulma Kurumunun kurulması bunların belli başlılarıdır. 1949 yılında Yaşlılık Sigortası sistemi kabul edilmiş, 1951 yılında ise İş Mahkemeleri kurulmuştur. Böylece, bireysel işçi haklarına ilişkin önemli adımlar atılmış ancak toplu işçi hakları konusundaki yasakçı tutum devam etmiştir.
1946 Haziran ayında, Cemiyetler Kanununda önemli değişiklikler yapılarak sınıf adına ve esasına göre dernek kurma yasağı kaldırıldı. Böylece hem sınıf esasına dayalı sol siyasi partilerin hem de sendikaların kurulmasına olanak sağlandı. Sendika ve siyasi parti kurma yasağının ortadan kalkmasına paralel olarak iki sosyalist parti (Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi ve Türkiye Sosyalist Partisi) ve çok sayıda sendika kuruldu. Sendikalar daha çok bu iki sosyalist parti tarafından örgütlenmeye başlandı. Ancak Aralık 1946’da bu sendika ve sosyalist partiler İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından kapatıldı. Sendika kurulabilirdi ama sınıf sendikacılığı asla!
1946 sendikalarının kapatılmasının ardından, 1947 yılında 5018 sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkındaki Kanun kabul edildi. 5018 sayılı yasa ile sendika kurma özgürlüğü tanındı ancak grev hakkına yer verilmedi ve sendikalara ağır bir siyaset yasağı getirildi. Dönemin hükümetine hakim olan ana düşünce, sendikaları bir sosyal denetim aracı olarak kullanmak olmuştur.
1946-60 dönemi sendikal haklar açısından “vesayet” yılları oldu. Grev yasağı devam etti ve en önemlisi sendikaların siyasal amaçlı faaliyetleri kesin bir biçimde yasaklandı. Sosyalist hareketin demir yumrukla ezildiği bu dönemde işçiler CHP-DP saflaşması içinde şekillendi. CHP grev hakkına açıkça karşı çıkarken, DP grev hakkının tanınmasını istedi. CHP 1950 seçimlerini kaybettikten sonra, 1953 yılında grev hakkını programına aldı ancak bu kez DP grev hakkını rafa kaldırdı. DP’nin sendikalara yönelik tavrı CHP’nin devamı şeklindeydi. DP sendikaları kendi denetimi altına almaya çalıştı, alamadıklarını ise bastırdı. DP bir yandan sosyalist hareketi demir yumrukla ezdi öte yandan sendikal hareket üzerinde denetimini artırdı.
Sınıfla tanışan cumhuriyet
1950’li yıllar işçilerin ve sendikaların grevli toplu sözleşmeli sendikal haklar için güç biriktirdiği yıllar oldu. 1960 darbesi sonrası tanınan haklar bir lütuf değil bu dönemde biriken taleplere verilen bir karşılık olarak okunmalıdır. “İşçi hakları 1961 anayasası ile tepeden tanındı” şeklindeki tarih okuması işçilerin yavaş ama sabırlı mücadele birikimine ve deneyimine büyük haksızlık olacaktır.
1960’lar cumhuriyetin gerçek anlamda emek-sermaye çatışmaları ve sosyal sınıflarla tanıştığı yıllar oldu. 1961 Anayasası ile ilk kez cumhuriyet sosyal bir devlet olarak tanımlandı ve işçilerin kolektif hakları (sendika, toplu sözleşme ve grev) güvence altına alındı. İşçiler 1960-1980 döneminde gerek nicel gerekse nitel açıdan bir sınıf olarak yükseldi. Bir yandan işçilerin istihdam içindeki oranı artıp işçileşmede bir yükseliş yaşanırken, öte yandan sendikal ve politik alanda etkisi artan işçi sınıfı ekonomik ve sosyal haklarını önemli geliştirdi. 1961 Saraçhane mitingiyle başlayan sınıfsal yükseliş, 1960’lar boyunca çok sayıda işçi direnişi ile büyüdü. 15-16 Haziran 1970 direnişi işçilerin sendikal haklarını savunmak için neleri göze alabileceğini gösterecekti. Bu yükseliş 1970’lerin ikinci yarısında da devam etti.
Otoriter ve esnek piyasa cumhuriyeti
Ancak 12 Eylül darbesi ile, 1960-1980 döneminde işçilerin elde ettiği kazanımlara karşı bir intikam hareketi başladı. Cumhuriyeti sosyal devletten arındırma çabaları en tepe noktasına ulaştı. Çünkü neoliberalizm sadece “müesses nizamı” koruyacak; “gece bekçisi” bir cumhuriyet istiyordu. 1980 sonrasında Cumhuriyet, sadece kısıtlı demokratik özelliklerinden değil, sınırlı sosyal yükümlülüklerinden de arındırıldı. 1982 Anayasası ve sendikal yasalar hazırlanırken esas olarak işveren örgütlerinin görüşlerine itibar edildi.
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), Danışma Meclisine Anayasa ile ilgili şu görüşleri sunmuştu: “Geçmişte işveren-işçi ilişkilerine yaklaşımda daima işçilerin himayeye muhtaç olduğu görüşünün hakim olduğu bilinen bir gerçektir. Artık günümüzde işçinin ezildiği, istismar edildiği iddialarının geçersizliği ortadadır...Üç milyona yakın işsizin varlığı düşünülürse ülkemizde çalışan işçilerin mutlu bir azınlık teşkil ettiği söylenebilir.... Bu sebeple sosyal sorunlara yaklaşırken işçi lehine yorum kriteri terk edilmeli ve ülke yararı gözetilmelidir.” “Ülke yararına yorum” ile aslında sermaye lehine yorum ifade ediliyordu. Nitekim bu yorum 30 yıldan fazla bir süredir devam ediyor.
Devlet bu dönemde, bir yandan çalışma ilişkilerini düzenleyici ve piyasayı dizginleyici rolünden bir yandan da iktisadi bir aktör olarak (işveren olarak) etkin konumundan (kamu kesiminin daraltılması ve özelleştirmeler yoluyla) geri çekilmeye başladı ve liberal cumhuriyet kurumsallaştı. 1982 Anayasası ile 2821 ve 2822 sayılı yasalar yeni çalışma rejiminin çerçevesini oluşturdu. Daha sonra 2003’te AKP iktidarının ilk yılında kabul edilen 4857 sayılı İş Yasası ile çalışma ilişkilerinde esnekleşmenin önü açıldı. 2012 yılında kabul edilen Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu ile toplu işçi haklarına ilişkin geleneksel yasakçı zihniyet tekrarlandı. 11 yıllık AKP hükümetleri döneminde 1960-80 döneminden arta kalan sosyal korumaya ve işçi haklarına ilişkin ne varsa berhava edildi. Piyasa cumhuriyetinin (AKP’nin 59. hükümet programında yer alan “piyasa toplumu”nun) yasal ve fiili alt yapısı oluşturuldu.
AKP döneminde geçmişten farklı olarak sadece toplu çalışma ilişkileri kısıtlanmadı, işçiyi koruyucu bireysel düzenlemeler de törpülenerek yeni bir çalışma rejimi inşa edilmeye başlandı. İşçiyi bireysel olarak koruyan ama onun kendi kendini korumasını (sendika-toplu sözleşme-grev yoluyla) tehlike olarak gören eski cumhuriyetten, işçiyi bireysel olarak da korumayan ve piyasaya terk eden ve kendi kendini korumasını da engelleyen “yeni” bir cumhuriyete geçildi. Çalışma ilişkilerin “otoriter esnekleşme” kurumsallaştı.
Türkiye 90 yılda paternalist bir cumhuriyetten piyasa cumhuriyetine evrildi. Cumhuriyetin 90 yılı aslında demokratik ve sosyal olmayan bir cumhuriyetin nasıl iktisaden güçlü olanların, varsılların ve seçkinlerin yönetimi haline geldiğinin öyküsüdür.