09 Nisan 2012

12 Eylül’ün sınıfsallığını hatırlamak...

Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın yargılamasının başlaması kuşkusuz önemli...

 

Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın yargılamasının başlaması kuşkusuz önemli. İddianamenin yetersizliği, tutarsızlığı ve yeni rejimin davayı bir meşruiyet aracı olarak kullanma niyeti birer gerçek. Ancak darbecilerin bir kaçının bile yargı önüne çıkması yine de kayda değer. Mağdurların bir bölümün acısının bir nebze olsun dinmesi bile tek başına önemli. 
 
Bu nedenle 12 Eylül ve onun kurduğu rejim ile yıllardır mücadele edenlerin Evren ve Şahinkaya’nın yargılanmasına bir itirazı, bir tereddüdü olamaz. İtiraz, bu yargılamanın yetersizliğine, kapsamının darlığına, sınırlılığına ve göstermelik hale getirilme olasılığınadır. Kaygı, yargılamanın gerçek bir 12 Eylül yargılaması yerine üstün körü bir muhakeme ve bir PR faaliyeti olarak kalma potansiyeli taşımasındandır.
 
İki darbecinin 32 yıl sonra yargılanmaya başlanması, aslında 32 yıl süren bir ısrarın sonucudur. Bu nedenle bu yargılamayı 12 Eylül 2010 referandumu parantezine sıkıştırmak ve buradan referandumda “evet” demeyenleri hırpalamaya çalışmak 12 Eylül’e karşı mücadele birikimini hiçe saymak ve en hafif deyimle kendi rolünü abartmak olacaktır. Yargılamanın sadece referandumda “evet” demekle mümkün olduğunu sanmak, süreçlerle değil sonuçlarla ilgilenen ve tarihsellikten kopuk bir siyaset tarzının tezahürü olsa gerektir. 
 
Dahası bugün iki darbecinin yargı önüne çıkması, 12 Eylül 2010 referandumun asıl olarak demokratikleşme için değil, yeni bir rejim inşası için yapıldığı gerçeğini de ortadan kaldırmaz. Evren ve Şahinkaya’yı yargılayan ve 12 Eylül 2010 referandumu sonrası yeniden düzenlenen adliye mekanizması aynı anda Ragıp Zarakolu ve Büşra Ersanlı’yı da (ve binlerce başka muhalif siyasi tutukluyu da) yargılıyor. Ancak bütün bunlara rağmen bu davayı bir 12 Eylül yargılamasına dönüştürme girişimi anlamlıdır. En azından denemeye değer... Ancak bunun için daha ilk günden “neşe dolmak” ve kaygılarını dile getirenleri “lunaparka davet etmek” gibi gayriciddi tutumları bir yana bırakmakta sayısız yarar var.
 
Öncelikle 12 Eylül bir kaç kötücül generalin ve şürekâsının marifeti olarak ele alınamaz. 12 Eylül sadece işkence ve zulüm manzumesi de değildir. Sadece bunlar konuşulursa, 12 Eylül ile inşa edilen yeni rejim; bugün de devam etmekte olan toplumun örgütsüzleştirilmesi süreci, emeğe giydirilen deli gömleği, toplumun hücre yapısının değiştirilmesi gerçeği atlanmış olur. Böyle olursa sadece bir kaç gaddar darbeci ile bir kaç işbirlikçisi yargılanmış olur. Bu nedenle iddianamede ve dava sürecinde pek sözü edilmeyen 12 Eylül’ün sınıfsallığını hatırlamak lazım.
 

24 Ocak+12 Eylül Rejimi 

 
Öncelikle 12 Eylül askeri darbesi 24 Ocak 1980 kararlarından ayrı ele olarak kavranamaz, sosyal ve iktisadi boyutundan soyutlanarak ele alınamaz. 12 Eylül olmasaydı 24 Ocak kararları uygulanamazdı. Bunu sadece 12 Eylül karşıtları ve mağdurları söylemiyor. Dönemin muktedirleri ve sermayedarları da aynı fikirdeler:
 
Şu ifadeler Rahmi Koç’a ait: “12 Eylül harekatından önce her şeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar almak, yasa ya da yönetmelik çıkarmak için aylar geçmesini gerektiriyordu. Yani her şey güç ve uzun zaman içinde gerçekleşebiliyor, her şeye politik açıdan bakılıyordu. Ekonomik yaklaşım hep arkadan geliyordu. Askeri yönetim altında fark, alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığından çok hızlı hareket edebiliyor ve üstelik askeri yönetim yanlış yapsa bile bunu kısa sürede düzeltebiliyor. (...) En büyük fark askeri yönetimin zamanında ve doğru kararlar almasıyla çok değerli zaman tasarrufumuzun olmasıdır”
 
Bunlar da İbrahim Bodur’a ait: “Bundan iki yıl önce alınan ve cesaretle uygulamaya konan 24 Ocak Kararlarının ekonomi tarihimizde önemli bir yen bulunmaktadır. 24 Ocak Kararları ilke yönünden fevkalade isabetlidir. Kararların alınması kadar, 12 Eylül’den sonraki yönetimin bunlara devamlılık sağlaması da büyük önem taşımaktadır. 24 Ocak Kararlarının başarıya ulaşmasında en büyük pay bu yönetime aittir. 12 Eylül’den sonraki yönetim 24 Ocak Kararlarının başarısını iki kat artırmıştır.”  Bu değerlendirmeler ve daha fazlası 26 Ocak 1982 tarihli Cumhuriyet’te yer alıyor.
 

Emeğe giydirilen deli gömleği

 
12 Eylül’ün ardından yapılanlara bakılınca, sermaye çevrelerinin bu değerlendirmeleri daha bir anlam kazanıyor. 12 Eylül ile sendikal faaliyet askıya alındı ve yüz bine yakın işçinin grevi sona erdirildi. DİSK yöneticileri hapse atıldı ve idamla yargılandı. DİSK 1991’e kadar faaliyet gösteremedi. Sadece DİSK değil diğer sendikalar da 1984’e kadar toplu sözleşme bağıtlayamadı ve sendikal faaliyet yürütemedi. 2364 sayılı yasa ile özgür toplu pazarlık düzeni askıya alındı. Toplu iş sözleşmeleri Yüksek Hakem Kurulu (YHK) adlı tahkim kuruluna devredildi. Aslında hükümete devredildi demek daha doğru. Çünkü YHK demek hükümet demekti. Kurulda çoğunluk darbe hükümetindeydi. YHK 4 yıl boyunca, sendikaların 12 Eylül öncesinde elde ettikleri hakları tek tek toplu iş sözleşmelerinden ayıkladı.
 
Sendikal faaliyetler, toplu sözleşmeler ve grevler askıya alınırken Türkiye’nin en büyük işveren örgütünün (MESS) eski başkanı Turgut Özal darbe hükümetinin başbakan yardımcısı oldu. Böylece 24 Ocak kararları dikensiz bir gül bahçesinde uygulanma olanağı buldu. Bu arada, Evren’i yargılamakla övünen AKP’nin Özal’a sahip çıkması manidar değil mi?
 
Toplu çalışma ilişkilerindeki bu otoriter düzenlemeler yanında işçilerin bireysel hakları konusunda da inanılmaz sınırlamalar gündeme geldi. 12 Eylül öncesi işverenlerin en önemli şikayet konusu olan kıdem tazminatı ve ikramiyeler de darbeden nasibini aldı.
 
Darbeden sadece 35 gün sonra kıdem tazminatı hakkı budandı. 17.10.1980 tarih ve 2320 Sayılı Kanunla kıdem tazminatı tavanı asgari ücretin 7.5 katı ile sınırlandı ve bu hükme aykırı davrananlar için hapis ve para cezası getirildi. Ardından 11.12.1982 tarih ve 2762 Sayılı Kanun ile yapılan başka bir değişiklik sonucunda kıdem tazminatı tavanının asgari ücretle bağı koparıldı. Kıdem tazminatı tavanı en yüksek devlet memurunun bir hizmet yılı için alacağı azami emeklilik ikramiyesi ile sınırlandırıldı. Böylece toplu iş sözleşmeleri yoluyla sendikaların kıdem tazminatı tutarını artırmalarının önüne geçilmiş oldu.
 
6772 sayılı işçilere ilave tediye yapılmasına ilişkin kanunda 17.4.1981 tarihinde yapılan değişiklik ile işçilerin toplu iş sözleşmeleri ile en çok dört ikramiye alması hükme bağlandı. Böylece 12 Eylül 1980 öncesinde olduğu gibi sendikaların toplu iş sözleşmesi ile ikramiye sayısını artırmasının önüne geçilmiş oldu.
 
Ardından 1982 Anayasası ve 2821 ve 2822 sayılı sendikal yasalar gündeme geldi. 1982 Anayasasının çalışma hayatına ilişkin hükümlerinin ve sendikal yasaların işveren örgütlerinin (TİSK) talepleri doğrultusunda hazırlandığı belgeleriyle ispatlı. Böylece 12 Eylül ile sindiren sendikal harekete ve emeğe bir deli gömleği giydirilmiş oldu. Sendikalaşmayı değil sendikasızlaştırmayı hedefleyen bir mevzuat yürürlüğe girdi. Toplu sözleşme ve grev hakkı budandı.
 
Peki sonuçta ne oldu? Birincisi, ücretler ciddi biçimde bastırıldı. 1980-1990 dönemine ilişkin neredeyse bütün ücret serileri reel ücretlerde yüzde 40-50 oranında bir gerilemeye işaret ediyor. Böylece 24 Ocak ile hedeflenen yeni sermaye birikimi modeli güvence altına alınmış oldu.
 
Daha da vahimi sendikaların gücünde yaşandı. 1980’lerde yüzde 22 civarında olan sendikalaşma oranları aradan geçen 32 yılda yüzde 6 düzeyine geriledi. Kuşkusuz gerileme sadece nicel değil nitel açıdan da yaşandı. Sendikalar uysallaştırıldı. Bugün 12 Eylül ile kurulan çalışma rejiminin temel direkleri dimdik ayakta. 24 Ocak ile başlayan esnekleşme,  güvencesizlik ve sendikasızlaşma süreci çalışma hayatının her alanında devam ediyor. 12 Eylül ile getirilen grev yasakları rejimi de yürürlükte. (Bu deli gömleğinin ayrıntıları ayrı bir yazının konusu).
 
Yargılama sürecinde bunlar unutulursa, 12 Eylül yaşamaya devam eder. İşte bu yüzden dava sürecinde 12 Eylül’ün sınıfsallığını akıldan çıkarmamak icap ediyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Özel madenlerde işçi ölümleri oranı, kamu madenlerinden 16 kat daha fazla!

Siirt’teki katliam açık maden sahalarında yaşanan ilk katliam değil

Dünden bugüne üniversiteye karşı bitmeyen kötülük

Kimsenin şüphesi olmasın, bu hukuksuz ve haksız karar er geç ortadan kalkacak...

"
"