Tutunmaya çalıştığımız hayata her gün yeni bir bomba düşüyor. Yaşadığımız coğrafyanın üzeri kırmızı alevlerle kaplı. Bu kez alevler, Aydın’da yaşayan ergen bir kız çocuğuyla birlikte, ona üç yıl boyunca cinsel şiddet uygulayan 200 erkeğin olduğu yerden yükseliyor. Ama giderek sıradanlaşan cinsel saldırıların nasıl bir felaketin içinde olduğumuzu işaret ettiğini hiç düşündünüz mü? Gerçeğin haberleşerek dile gelmesi, farkındalığımıza ne kadar katkı sağlıyor bilinmez, ama biz bu üç yılda 200 kişinin ne yaptığından habersizdik. Sağda solda görüp okuluna, işine gittiğini ya da işsizlikten bunaldığnı sandığımız kitleden karaltı halinde süzülen eril zorbaların saldırganlığına alıştık belki. Zira kız ve erkek çocuklarına yapılan cinsel istismar, yani diğer adıyla tecavüz, yabancısı olduğumuz bir durum değil.
Bütün bunlarla birlikte, benzerlerinin de daha önce de yaşandığına tanıklık ettik. Tanıklığımızın hafızasında üzerlerine postallı ayaklarla basılmış ölü çıplak kadın bedenleri, onların kesilmiş cinsel uzuvları da var. Ancak bu tanıklık(lar) o kadar masum değil. Bizi ele verererek, aynı zamanda yaşananların tam ortasında yer aldığımızı gösteriyor. Zaten söz konusu 200 kişi de, bizim ağbimiz, babamız, erkek arkadaşımız, kocamız, oğlumuz, iş yeri sahibimiz, yöneticimiz... Ama bütün bunlara rağmen, haber(ler) bize uzaydan yola çıkmış gibi geliyor. Bu durumda, içinde yaşadığımız toplumun yapısı hakkında fikir oluşturmak için fazlasıyla nedene sahibiz. Sosyal bilimciler de bizi destekliyor. 1 kişinin bile bir toplumun niteliksel durumuyla ilgili gerekli ip uçlarını vereceğini söylüyorlar. Peki, 1 değil, on değil, yüz değil; 200 kişiden yola çıkarsak?..
Güçsüzü kullanma pervasızlığı...
Buradaki asıl sorun ise, bu 200 kişinin içinde bizim de olduğumuz toplumu temsil ediyor olması. Ama bunu net anlayabilmek için yaşananlarla ilgili haberlerin cılız ayrıntılarının ötesine geçip, yüzlerce sayfa edecek olan alt metinleri okumamız gerekiyor. Bu durumda karşımıza çıkan tablo, olaylarda bizim de payımız olduğu yönünde.
1 değil, on değil, 200 kişi, savunmasız ergen kız çocuğuna götürdükleri evlerde, izbelerde, otomobillerde, yollarda tecavüz ediyor. Spekturum oldukça geniş. Her yaştan, her sosyal kimlikten yüzlerce erkek, -korunmasızlığını fırsat bilerek- ergen bir kız çocuğuna cinsel şiddet uygulularken –nedense- biz buharlaşıyoruz. Tam burada bizim adımıza kötülüğün erilleşmiş yüzü devreye giriyor. Bunların içinde ‘aile’ babaları da var. Kız ifade verirken, “lise öğrencileri”, “amcalar da vardı” diyor.
"Kendileri cinsel ilişkiye girdikten sonra her seferinde yanlarında getirdikleri üçüncü, dördüncü şahıslarla da ilişkiye girdiriyorlardı. 'Elimizde Sercan S. ile ilişkiye girdiğin görüntüler var' diyerek, sürekli beni tehit edip, zorla ilişkiye girdiler. Bazı zamanlar bu kişiler, biz cinsel ilişkiye girerken izliyorlardı. Yaş itibarıyla büyük, amca diyebileceğim kişiler de vardı, lise çağındaki kişiler de vardı. Ayrıca isimlerini bilmediğim, bazılarını görsem tanıyabileceğim, hatırlamadığım evlerde, arabalarda, Çine yolu üzerinde ve ıssız yerlerde ilişkiye giren, 200’e yakın şahıstan şikayetçiyim...”
Toplum, psiko-seksüel sorunlar mı yaşıyor? Bir toplum, kendisinin diğer yarısına niye tecavüz ediyor? Bu kıyım, bu vahşet, bu güçsüzü kullanma pervasızlığı niye? Cesaretini, gücünü nereden alıyor? Bu sorunun kendisi gibi yanıtı da çok önemli. Yaşanılanların –şimdilik- son halkası olan cinsel şiddeti, ‘erkeklerin sapık hazları’ diye eksik tanımlarla üzerini örtüyor da olabiliriz. Tabii, sırtımızdaki sorumluluk kamburunun da... Yoksulluğun neden olduğu güçsüzlük ve savunmasızlık, -en kolay yoldan- cinsel kurbanlar yaratıyor. Yani önemli bir nokta olarak, yaşadığımız ortamda, ekonomik-sosyal olanaklardan mahrum olmanın sınıfsal –ağır- bedeliyle de karşı karşıyayız.
Kıran kırana bir savaşın içinde...
Tüketim materyallerinin ‘modern(lik)’ çağrışımları, onların cilalı görüntüleri nasıl bir vahşet içinde yaşadığımızı gizliyor olabilir. Ama bu kıran kırana bir savaşın içinde olduğumuz gerçeğini değiştirmediği gibi keskinleştirdiği çelişkilerle vahşeti bütün çıplaklığıyla ortaya çıkarıyor. Cinsel saldırıların bu denli yoğunlaşması boşuna değil. Baskılanmış, benliklerinden koparılmış bireylerden oluşan bir toplum olarak, uçurumun kıyılarında kötülükle ölüm dansı yapıyoruz. Erillik olarak cisimleşen zorbalık, içerden oya oya insanlığımızı kemiriyor. Bu zorbalığın tehditkar varlığıyla koyun koyuna yaşıyoruz. Eril zorbalık, şiddettin imal edildiği savaş alanlarından kasabalara, kentlere sızıp son yaşam kırıntılarını da yok etmekten çekinmiyor. Öldürmenin fiziksel, cinsel, ruhsal, duygusal... Her türünün denendiği bir coğrafyanın insanlarıyız. Korunaklı duvarlardan bir adım bile uzaklaşmak, o duvarların önünde bekleyen canavarların eline düşmemize yetiyor. Kötülük, yakaladığını anında –üstelik- çiğ çiğ yerken; yukarıdan aşağıya doğru her gün, her saat yeniden kurularak, benliğimizi ele geçiriyor... Peki, ne yapmalıyız? Öncelikle gerçeğe umarsızlık etmeyerek başlamak belki.
“Çünkü gerçeği gerçek olarak yaşadığımız her deneyim, bize gerçek olarak gerçek içinde durumumuzu öğretir...”