Herkesin "aynı gemide" ve aynı zamanda, çok olağanüstü bir dönemin içinde olmasının getireceği artılar var(dır) diye tam sevinecektim ki, sevincim kursağımda kaldı.
Birincisi, ceza infaz indirim taslağı,
İkincisi, kayyımlar,
Üçüncüsü, diğer şeyler...
Peki, nasıl oluyor da... (?)
Bütün ülke olarak kendimizi Titanic'de görür gibi olmuştum halbuki.
Üzerimize dev dalgalar gelip, gemi de hızla su alırken tüm geçmişi unutup, herkes gibi -o can alıcı- olmak ya da olmamak arasında sıkışıp kalmıştım.
Herkes gibi olduğu kısmında yanılmışım meğerse (!)
Zira hiçbir üst akıl, hiçbir yönetim, hiçbir husumet, hiçbir ideoloji... gemi batarken eski hesapları kalkan yaparak dev, kara dalgalarla boğuşamaz. Felaket anlarında dünyanın bütün insanları benzer refleksleri gösterirken, makro olanla mikro olan birbirlerinin iki ayrı yüzü olup, yönetenler yönetilenlere -geçici de olsa- yakınlaşırlar diye biliyordum.
Batma tehlikesi taşıyan ya da batmak üzere olan bir gemide herkesten aynı anda çıkan o kaygı solukları, ne katman tanır ne dost-düşman ne ideoloji ne de sınıf farkı tanır diye biliyordum bir de.
Bu bildiklerimi -her ne kadar ömrümüzün son on beş yılı vahşi bir kamplaşma arenasında çarçur olsa da- zor günler için zulamda saklıyordum. Kimseye de bahsetmiyordum bu sakladıklarımdan. Dile getirdiğim taktirde, siyasi-toplumsal tarihten edinilmiş sıkı tedbirlerin uyarısıyla karşılaşabilirdim. En hafifinden "su uyur, düşman uyumaz" derlerdi bana. Ama daha uyanık olup, tarihsel hatlarda nöbet tutanlar, yüzyıllar içinde dolana dolana bugüne gelip; -tek tek, örnek göstere göstere- bir felaket yaşanmışsa eğer, bu felaketin tümüyle merkezin dışında kalan büyük çoğunluğa yaşatılan bir felaket olduğunu söylerlerdi.
Üstelik kulağımı da dostça çekerek, "geçmiş bir yana, an itibarıyla yaşananları/yaşatılanları görerek iyi niyetli olmanın bir işe yaramayacağını anlayabilirsin" diye de saflığımı yüzüme vururlardı.
Ben de ısrarla, hayatın çarkını döndüren ve ömürleri sağaltan hizmet/üretim/sağlık alanındaki tüm emekçilerin, bir yangının içinde nasıl hortumsuz ve susuz bırakıldıklarını görmezlikten gelip, kendimi savunmaya alarak "ama..." diye kem küm ederdim.
Taa ki, can pazarının tam orta yerlerini görene kadar.
Tutuklu/hükümlü, soğuk bir aradalığa hapsedilmiş binlerce insanla yapılan virüs pazarlığı bu orta yerde duruyor şimdi.
Bir de kayyımlar.
Bir de yararı tartışma konusu olmuş, büyük fırtınalar koparmış projeler.
(Örnekse, "millet can derdine düşmüşken" beş-on gün önce Salda Gölü'ne yapılacak Millet Bahçesi projesinin onanması).
Üstelik karşımızda yaratığı kasırgadan faydalanılacak bir durumdan öte, tüm projeleri ezip geçecek bir sorun olduğu halde.
Bu sorunun ise, proje-muroje, sınıf, kültür, kast, ırk, bölge, düşman, dost, ideoloji, cinsiyet, varlık-yokluk, sınır, renk, koku, bakış açısı, zengin-yoksul, umut-umutsuzluk, karşıtlık, haklı-haksız, iyi-kötü, iktidar, iktidarsızlık gibi argümanlarla işi yok.
Karşımızda hiçbir ayrım gözetmeden saldıraya geçmiş bir düşman varken, ona; inanç, siyasi görüş, ideoloji, kültür... karşıtlıklıkları üzerinden karşı koymaya çalışanların baştan kaybettiklerini bilmemesi çok üzücü.