08 Eylül 2021

Duyguları yemek olarak pişirmek

Man, kapalı toplumlardan gelenlerin, savaşta büyüyenlerin bile ilk başlarda zorlansalar da, çaba harcayarak geldikleri ülkeye nasıl adapte olabileceklerine dair ilham veren, kadın dayanışmasıyla güç veren ve sıcacık tarifleriyle kalp ısıtan bir roman.

 Her güne tek bir çeşit. Her defasında tek bir anı; zira duyguların tabağın sınırlarından taşmasını önlemek için epey çaba sarf etmem gerekliydi.
Duygularını Pişiren Kadın; Mãn

 

Göç hikâyeleri, göç etme nedenlerinden ve şartlarından bağımsız olarak birçok benzerlik, birçok ortak duygu barındırır. Hangi nedenle, nereye göç etmiş olursanız olun, ilk aylarda bir kültür şoku yaşarsınız, evinizi, ailenizi, yemeklerinizi, dilinizi özlersiniz. 

Vietnam doğumlu Kanadalı ödüllü yazar Kim Thúy’un kendi hayatıyla da benzerlikler taşıyan romanı, Duygularını Pişiren Kadın: Mãn’ı İstanbul’da bir kitapçının vitrininde gördüğümde okumak için hemen satın almamın nedeni de   buydu. Ben de duygularımı pişiriyordum. Kimi zaman etli biber dolması olarak, kimi zaman sütlaç, kimi zaman patlıcan salatası, kimi zaman tavuk suyuna çorba... Yemeklerle hayatımın belli dönemlerine ve yerlerine, anne-baba evine, üniversite yıllarımın salaş birahanelerine ya da Ege’nin mis gibi balıkçılarına yolculuk yapmak, o kokularla evi doldurmak, yağmurlu Vancouver günlerinde ruhuma iyi geliyordu.

Hikâyenin tuzu hüzün, biberi umut

Kim Thuy’un, Vietnam’dan Kanada’nın Montreal şehrine uzanan öyküsünde duygularını nasıl pişirdiğini merak etmiştim. Eminim hikâyesinin tuzu biberi, hüzün, umut, çaba, hatta belki de aşktı.

Yine yağmurlu, gökyüzünün gri olduğu bir Pazar günü, ruhum Ege’de kalmışken, aynı öğrenciliğimde anne-baba evimde yaptığım gibi çayımı ve bir dilim havuçlu kekimi alıp odama gittim, yatağıma tembel tembel uzandım ve kitabı bir saatte bitirdim.

Kim Thuy, 1978 yılında henüz on yaşındayken, medyanın “tekne insanları”dediği bir mülteci dalgasıyla Vietnam’dan ayrılıyor ve ailesiyle birlikte Quebec’e yerleşiyor. Kitabın kahramanı Man ise, annesi yani Maman’ı tarafından Montreal’de yaşayan restoran sahibi bir Vietnamlı ile evlendirilip Kanada’ya yollanıyor. Annesi Man’ın hayatından endişe ettiği, Montreal’de aile kurarak daha mutlu olacağına inandığı için Man’ı hiç tanımadığı bir adamla evlendirip, hiç bilmediği bir ülkeye gönderiyor.


Bir yere ait değilsen, birine de ait olamıyorsun

Kitabın hemen başında, kocasını tanıttığı şu cümleler beni çok etkiliyor; “Vietnam’da, Kanadalı olamayacak kadar fazla yaşamış insanlardandı. Aynı zamanda yeniden Vietnamlı olamayacak kadar Kanada’da kalmış olanlardan.”

Müstakbel eşim oturmak için bir kısmını süpürmeden önce canlı kırmızı renkteki taç yapraklar tüm bankı kaplamış hâldeydi. Ayakta durup onu izlemiştim, kendini tüm bu çiçeklerle sarılı hâlde görememesi yazıktı. O an anlamıştım ki her zaman ayakta kalacaktım, bana yanında bir yer ayarlamak hiçbir zaman aklına gelmeyecekti çünkü o, buydu: Tek başına kalmış, yalnız bir adam.

Bir yere ait olamayanların, ne oralı  ne buralı olanların, birine ait hissetmekte ne kadar zorlandığını ne güzel anlatıyor bu satırlar. Kitap boyunca da Man’ın eşiyle düzenli, sakin ancak aşkın, şefkatin, fiziksel temasın, tutkunun bulunmadığı, sevginin kelimelere dökülmediği bir ilişkisi oluyor. Man bunu uzun süre normal zannediyor.

Zaman siparişlerle kendini belli ediyor

Man, görücü usulüyle, hiç tanımadığı eşiyle evlenip, Montreal’a yerleşiyor ve eşinin Vietnam restoranında çalışmaya başlıyor.

Adı “tümüyle tatmin olmuş”, “arzulayacak bir şeyi kalmamış” ya da “tüm dilekleri kabul edilmiş” anlamına gelen Mãn, hayatta daha fazlasını istemiyor, hayal kuramıyor, adı hiç bilmediği bu memlekette ona bu tatmin ve doyum hâlini dayatıyor. Maman’ı ona Vietnam’da sakin bir yaşam sunmuştu, aynı korunmuş bölgeyi Montreal’de, eşinin restoranının mutfağında da buluyor; “Davlumbazın sabit uğultusu dışarıdaki yaşamın devinimlerini uzakta tutuyordu. Zaman ne dakikalar ne de saatlerdeydi, metal parmaklıkların arasına sokulan siparişlerle kendini belli ederdi.

Her yemek, bir anı

Man zamanla restoranın menüsünü, Vietnam’daki sokak restoranlarınınki gibi her gün tek bir yemek çeşidine, tek bir spesiyaliteye indiriyor ve kendini özlediği yemekleri yaparken, anılarını yeniden yaşarken buluyor; “Her güne tek bir çeşit. Her defasında tek bir anı; zira duyguların tabağın sınırlarından taşmasını önlemek için epey çaba sarf etmem gerekliydi.

“Kafamda Saygon’un büyük Çin Mahallesi Cho Lon’a dönmem, müşterilere domuz kıymasından, biraz domates sosunun içinde buharda pişen, küçük bir parça kaburganın etrafına sarılı köfteler yapma fikrinin zihnimde belirmesi için yeterliydi. Bu et, gayet doğal bir şekilde, sanki Fransa her zaman Çin-Vietnam mutfak geleneklerinin bir parçası olmuşçasına, baget ekmeğiyle servis edilir.

Man’ın anılarını tek tek menüye sokması, önceden sadece Vietnam kökenlilerin gittiği restorana ilgiyi bir anda artırıyor ve Kanadalıların restoranın önünde uzun kuyruklar oluşturmasına neden oluyor. İşte o zaman Julie ile tanışıyor. Julie arkadaşı, yoldaşı, hiç sahip olmadığı kardeşi ve iş ortağı oluyor. Ona restoran saatleri dışında yemek atölyesi açtırarak işleri büyütüyor ve hiç bilmeden Man’a davlumbazın sabit  gürültüsü altında geçen konforlu ve dış dünyaya kapalı hayatını değiştirecek adımı attırmış oluyor.

Duyguları belli etmek ayıp

Julie, Man’a sadece dış dünyaya açılacak cesareti vermiyor, duyguları belli etmenin adeta ayıp olduğu, sessizce günlük işlerin yerine getirilmesinin erdem sayıldığı  Asya kültürüne meydan okuyarak, ona hislerini göstermesini de öğretiyor; “Isır! Isır! Isır!, diyordu bana, kahkahalarla gülerek sokağın karşısına geçmek için elimden çekerken ya da saçlarımı örerken. Beni dil, jestler ve duygular alanında eğitiyordu. Ben bakışlarına bir cümlelik süre boyunca ancak karşılık verebilirken, Julie elleriyle olduğu kadar burnunun kıvrımlarıyla da konuşurdu. Onunkine kıyasla kendi bedenimin hareketsizliğini fark edebileyim diye birçok kez beni aynanın önüne yerleştirip bir yandan birbirimize bakarken sohbet etmeye zorlamıştı.”

Tıpkı eşim gibi, Maman’ın da yüzü ne acıyı ne neşeyi ne de zevki dışa vururdu; diğer yandan, Julie’nin yüzünden her şeyi okuyabilirdim. Oğlumun doğumunda duygulanıp ağladığında yüreği yanaklarından, alnından ve dudaklarından okunabiliyordu.

Kültür paylaştıkça güzelleşiyor

Julie’nin de desteğiyle zamanla Man, Maman’ı yanına, Kanada’ya alıyor. Yine Vietnam kültüründe anneler kızlarına kocalarını baştan çıkartacakları yemek tariflerini komşular duymasın diye fısıldayarak anlatırken, Maman Montreal’daki restorana gelip menüyü zenginleştiriyor, zamanla büyüyen restoran personeline, en özel, en kıymetli tariflerini öğretiyor. Kültür sakladıkça değil, paylaştıkça, yayıldıkça güzelleşiyor.

Restoranda kadın kabilesi kuruluyor

Ekibe katılanlardan biri de Hong. İşsiz ve alkolik bir adamla, Kanada vatandaşlığı vaadiyle kandırıldığı için evlenen ve  her gün dövülen zavallı Hong. Hong, zamanla Man, Julie, Maman ile birlikte bu güçlü kadın kabilesinin bir parçası oluyor ve kocasından ayrılacak gücü buluyor; “Dört arabalık bir konvoyla, iki kadın ve altı erkek, Hông ve kızını bir yaşam biçimi ya da alışkanlık hâlini almış o gerçeklikten çıkarmaya gittik. Eşi, o gece ve sonraki her gece Hông’un arkasında dimdik duran bu orduyu hiçbir zaman sınamaya kalkmadı. Daha albümdeki fotoğrafları sınıflandırıp notlar eklemeye vaktimiz olmadan Hông’un kızı tıp fakültesindeki ilk senesine başlıyor ve biz de atölye-dükkân-restoranımızın ilk tarif kitabını çıkarıyorduk.

Her yemek tarifine bir öykü

Evet, yemek kitabı. Restoranın işleri nasıl “her anıya bir yemek” menüsüyle büyüdüyse, yemek kitabı da “her tarife bir öyküyle” çıkıyor; “Tekneyle kaçmaya çalıştıktan sonra birkaç ay hapiste tutulan dokuz yaşındaki küçük kızın hikâyesi, maydanozlu domates çorbasının tadını, tarife eşlik eden resimden daha iyi ifade ediyordu. O tarifi Hông’un şerefine seçmiştik. Tutuklu olduğu süre boyunca babasından ve ağabeyinden ayrı kalan küçük kız oydu. Babası, onu teknedeki insan yığınının arasına itmeden birkaç dakika önce, ne olursa olsun asla onun adını vermemesini söylemişti.....Hông’un babasına dair son anısı, içinde bir dilim domates ve birkaç maydanoz sapıyla et suyu bulunan rengi solmuş sarı plastikten bir kaptı....Ne çeşit domates kullanırsa kullansın, o birkaç yudumun silinmez ama uçucu hatırasının benzerini ortaya çıkarmayı başaramamıştı.

Bu kitap çok başarılı oluyor, Man’ın hikâyesi davlumbaz uğultulu güvenli köşesinden, tüm Kanada’ya, sonra da Paris’e uzanıyor. Paris’te ise onu artık duygularını göstermekten kaçamadığı yeni bir hikâye bekliyor.

Tipik bir Kanada öyküsü

Merak etmeyin tüm kitabı anlatmadım. Man, kapalı toplumlardan gelenlerin, savaşta büyüyenlerin bile ilk başlarda zorlansalar da, çaba harcayarak geldikleri ülkeye nasıl adapte olabileceklerine dair ilham veren, kadın dayanışmasıyla güç veren ve sıcacık tarifleriyle kalp ısıtan bir roman.

Trajik değil, çeşit çeşit karakterleriyle hayatın ta kendisi. Doğru adımlar atıldığında, fark yaratıldığında, önünüze birçok fırsatın çıkabileceğini gösteren çok tipik bir Kanada öyküsü.

Ben bu yağmurlu günü mahallemizdeki Vietnam restoranına gidip, bir pho çorbası içerek tamamlayacağım. Siz de göç öykülerine meraklıysanız, favori yemeğinizi, tatlınızı önünüze koyun, bu kitabı öyle okuyun.


Not: Duygularını Pişiren Kadın: ManKafka Kitap logosuyla okurlara ulaşıyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Dış politikalar uzmanı Ziya Meral: Yeni bir Cumhuriyet mutabakatına ihtiyacımız var

Geçtiğimiz haftaki yazımda AKP seçmeninin tercihini değişimden yana kullanması için "Daha ne olması gerekirdi?" diye bir soru sordum. Bu hafta sizden gelen cevapları derledim ve Kraliyet Birleşik Kuvvetler Enstitüsü (RUSI) ve Avrupalı Liderler Netwörkü kıdemli uzmanı akademisyen-yazar Ziya Meral ile konuştum

Daha ne olması gerekirdi?

14 Mayıs Seçimleri'nin ardından aklımda tek bir soru var. Erdoğan seçmenlerinin değişim istemesi için daha ne olması gerekirdi?

Prof. Dr. Selçuk Şirin: İyi ebeveynlik, çocuğunun geleceğiyle ilgili kararları sandıkta vermekle başlar

Çocuklarım ilk oylarını kullanırken aklıma yazar-akademisyen Prof. Dr. Selçuk Şirin hocamızın bir röportajımızda söylediği "İyi ebeveynlik bilinçli seçmen olmakla, çocuğunun geleceğiyle ilgili kararları sandıkta vermekle başlar. Siyasete karışmıyorsan, siyaset senin çocuğunun geleceğine karışır." lafı geliyor. Tarihi seçime günler kala kendisiyle temasa geçiyor, görüşlerini soruyorum