Kanada'ya gelmeden önce birçok konuda uyum sorunu yaşayabileceğimi tahmin ediyordum ama dil bunlardan biri değildi. İngilizce'yi ortaokulda öğrenmiştim ve konuşabiliyordum.
Geldikten kısa bir süre sonra fark ettim ki, kazın ayağı öyle değilmiş. İnsanın iş yerinde ihtiyaç oldukça ya da turist olarak gittiği bir ülkede yabancı dilini kullanmasıyla, yaşadığı yerde kullanması arasında çok büyük fark varmış.
Üstelik bu kullanım da dörde ayrılıyor; konuşma, anlama, okuma, yazma!
Okuma en kolayı. Anlamadığın bir kelime varsa sözlüğe bakıyorsun olup bitiyor.
Yazma kısmı ilk başta sıkıntıydı. Beynim sürekli Türkçe'den çevirdiği için yanlış cümleler kurabiliyordum. Sonra dil bilgisini düzelten bir aplikasyon yükledim, cümlelerim doğrulaştı.
Dinlediğini anlamak da hadi tamam. En kötü "Pardon duymadım" ayağına yatıp, söyleneni tekrarlatıyorsun. Çok hızlı konuşan biriyse "He.. he.." deyip geçtiğim de olmuştur.
Ama konuşma kısmına gelince işler orada karışıyor.
Daha önce "İngiliz Anahtarı" demek zorunda kalmadım ki
Yani nalbura gidip de, İngilizce olarak İngiliz anahtarı almayı deneyimlememişim ki daha önce. Merak etmeyin "English Key" demedim ama "Wrench" kelimesi de bilgi dağarcığımda yok. Elimle "hani şöyle bir şeyleri çevirmeye, bükmeye yarar" filan gibi tarif veriyorum satış görevlisine ama olmuyor. Olmadıkça fenalık basıyor. İşte o fenalık basma anlarında başka birine dönüştüğümü fark ediyorum. Stresli, özgüveni az, kendini ifade etmekte zorlanan...
İlk senemde gerçekleşen networking toplantılarında konuşulanları takip edebilmek için o kadar dikkat kesiliyorum ki, anın tadını çıkarmaktan uzaklaşıyor, eğlenceli, esprili birinden, ciddi, donuk birine dönüşüyorum. Bir dönem hata yapmamak için düşünerek konuşuyorum, onda da böyle telgraf çeker gibi garip bir tonlama oluşuyor. Bir dönem geliyor, mecbur kalmadıkça konuşmamaya gayret ediyorum. Sessizlik güvenli geliyor.
Ve tabii ki bu insan ben değilim! Türkiye'de yeni tanıştığım insanların üzerinde yarattığım intibanın, burada yarattığım intiba ile uzaktan yakından bir ilgisi yok.
Diyeceksiniz ki "Ne var, gerekirse yalan yanlış konuş. Nasıl olsa anlarlar." Haklısınız. Kanada'da insanlar aksanı ya da bozuk konuşması nedeniyle kimseyi yermez. Ama işte sakınan göze çöp batar ya, tanıdığım biri ne desem düzeltmeyi kendine görev biliyor. Muhtemelen de bunu iyi niyetle yapıyor ama o ilk yılki özgüven eksikliğim nedeniyle, o düzelttikçe ben daha çok hata yapıyorum.
İyi günlerde giy!
Sonra Türkçe deyim ve atasözlerini şahane bir şekilde İngilizce'ye çeviriyorum. Arkadaşım yeni aldığı ayakkabıları heyecanla gösterdiğinde "İyi günlerde giy" anlamına gelen "Wear it on the best days" diyorum. "Yani kutlamada filan mı giy diyorsun. Bunlar günlük ayakkabı." diye cevap veriyor. Sonra oturup açıklıyorum işte "Hayır, Türkçe'de ayakkabını giydiğin her günün çok güzel geçsin anlamına gelen bir dilek bu." diye.
Aylar sonra bu arkadaşım bana doğum günümde bir hediye veriyor; içinden şu not çıkıyor: "Wear it on the best days." Bu tür tatlılıklar sayesinde hatalarımla dalga geçmeyi öğreniyorum. Konuyu takmayıp, eğlenmeye başladığımda zaten konuşurken hata yapıp yapmamamın bir önemi kalmıyor; karakterim yansımaya başlıyor.
Aynı arkadaşım, Türk arkadaşlarımla telefonda konuşmama denk geldiğinde kahkahayı basıyor. Nedenini soruyorum. Ona konuşmam makineli tüfek hızında geliyormuş. Üstelik bir anda konuşurken, ellerimi kollarımı kullanmaya, sesimi yükseltip alçaltmaya başlıyormuşum. İşte Türkçemin coşkusu!
Geleli üç buçuk yıl oldu. O ilk günlerin acemiliği geçti ve yaşadığım yerde kendimi olabildiğince ifade edebilmeye başladım. En azından artık başka biri gibi hissetmiyorum
Dil kültürden doğar
Yine de dil konusu ilgimi çekmeye devam ediyor. Yabancı dil konuşurken kendilerini farklı hisseden, benim gibi başka insanlar olup olmadığını merak ediyorum.
Ünlü Polonyalı yazar Eva Hoffman Polonya'da savaştan kaçıp, Kanada'nın Vancouver şehrine yerleştiği ilk yılları şöyle tanımlıyor: "Sanki dilsiz kalmıştım."
Karşıma çıkan bir araştırma bu durumu, çift dilli insanların bile yaşadığını söylüyor (Chen-Bond, 2010). Ana dili hem İngilizce hem Kantonca (Güney Çin Lehçesi) olan ve her iki kültürde de büyüyen bir grupla, her iki dilde röportaj yapılıyor. Söyleşileri dışarıdan gözlemleyen kişiler İngilizce konuşanların çok daha kendine güvenli ve dışa dönük gözüktüğünü, Kantonca'ya geçtiklerinde vücut dillerinin kapandığını söylüyor.
Önemli olan anlamak, anlaşılmak
Başka bir çalışma (Ozanska-Ponikwia, 2012), birden fazla dil bilen katılımcıların içinde dışa dönük, uyumlu, deneyimlemeye açık ve duygusal zekası yüksek kişilerin, bu tip özelliklere sahip olmayanlara göre, yabancı bir dilde kendilerini ifade ederken karakterlerinde daha çok farklılık hissettiğini ortaya koyuyor.
Bu araştırmalar gösteriyor ki, dil kültürden doğar, o kültürün insanını yansıtır. Başka bir dil konuşmaya çalışmak aslında o bilmediğin kültürün, onların gelenek ve göreneklerinin, tarihinin, yaşanmışlıklarının dilinde konuşmak anlamına geliyor. Dünyanın en çok konuşulan dili İngilizce için bile bu durum böyle.
Önemli olan hangi dili konuşursak konuşalım etrafımızda anladığımız ve anlaşıldığımız insanlar bulunması.