Başsağlığı dilemek garibime gidiyor
Ölen öldü, sen yaşa
Küçültmeye benziyor
Behçet Necatigil, Başsağlığı, 1954
***
Bir insan acı duyarsa canlıdır.
Başkasının acısını duyarsa insandır.
Lev Tolstoy
***
Bazı anlar geliyor, gerçekten de
Tanrı bu dünyayı bırakmış gitmiş gibi görünüyordu.
Ağla Sevgili Yurdum, Alan Paton
Memleketten uzaklaşmakla, memlekette yaşanan trajedilerin üzerimizde yarattığı etki azalmıyor. Bugün yastayım. İnsanların en güvenli alanları olan evlerinin, uykularının en tatlı yerindeyken başlarına yıkılmasına isyandayım. Onların acısı, çaresizliği, benim acım çaresizliğim. Kalbim ağır. O kadar ağır ki sanki yerimden kalksam, beni aşağı çekecek ve düşeceğim. Zemin ayaklarımın altından kayıyor kalkamıyorum, boğazımdan lokma geçmiyor yutkunamıyorum, ellerim titriyor üşüyorum. Bugün gündelik hayatımı durduruyorum. Fiziken deprem bölgesinde olamasam da, zihnen olabilirim. İnsanların acılarını biraz olsun paylaşabilir, dualarımla ve nefesimle onlara destek olabilirim. En azından deneyebilirim. Çünkü bildiğimiz ve güvendiğimiz yardım kuruluşlarına imkanlarımız ölçüsünde yardım etmekten başka elimizden bir şey gelmiyor. Ben orada olmak istiyorum ve olacağım.
1999 karanlığı
Gözlerimi kapatıyor, burnumdan derin nefes alıp ağzımdan vermeye başlıyorum. Aldığım ve verdiğim her nefesin göçük altında kalanlara ulaşmasını diliyorum. Bir kişinin bile olsa karanlığını ve soğuğunu iliklerimde hissediyor, ona ısı, ışık olduğumu hayal ediyorum. Derin bir nefes al, yavaş yavaş ver...
Dört beş nefes sonra, zihnim beni 1999'un sıcak bir yaz gecesine, ışıkları kapatıp, kafamı yastığa koyduğum bir ana, başka bir karanlığa götürüyor. Gözümü tavana dikmişken, odadaki kıyafet dolabının bir salıncak gibi üzerime kadar eğilip, sonra duvara geri çarpmasını 45 saniye boyunca izliyorum. Mucizevi şekilde dolap üstüme düşmüyor. Sallantı durduğu an yataktan fırlayıp ışıkları açmaya çalışıyorum ama elektrikler kesilmiş. Cüzdanımı kapıp, üzerimde gecelikle sokağa fırlıyorum.
Her şeyi yutan bir boşluk
Yine üzerimde gecelik var, yine sokaktayım ama bu sefer hiç bilmediğim bir yerdeyim ve tek başımayım. Dümdüz bir ova, parçalara ayrılmış, ortası büyük, her şeyi yutan bir boşluk, bir kara delik. Üzerime hem toz yağıyor, hem kar. Çok sessiz, çok karanlık. Dolunay aydınlatıyor geceyi ama etrafta hiçbir hayat belirtisi yok. Ayaklarımın altındaki yumuşak toprak hâlâ sallanıyor. Uzun süre yürüdükten sonra kendimi hayalete dönen bir şehrin sokaklarında buluyorum. Tanımadığım insanların yardım çığlıkları sokaklarda yankılanıyor. Kulakları tırmalayan çığlıklar, kalbime bıçak gibi sallanıyor. Korku içindeki insanlara sarılıyorum, ellerinden tutuyorum, sırtlarını sıvazlıyor, "Geçecek" diyorum. "Ne geçecek, nasıl geçecek" bilmiyorum ama insanların en büyük felaketlerin bile geçeceğini duymaya ve buna inanmaya ihtiyaçları var. İnanmaktan başka bir şey yok ellerinde...
Annemi de kurtarın
O sırada minik bir kız, sanki dünyanın en doğal şeyi gibi emekleye emekleye enkazdan çıkıyor. Onu kucağına alan kurtarma ekibindeki kişiye "Annemi de kurtarın" diyor. Mırıl mırıl dua ediyoruz anne için ve annesi için endişelenen o minik yavru için... Hiçbir çocuk hayatta annesini babasını koruma gereği duymamalı. Geçecek güzel kız, geçecek...
Evlerinize ne olur girmeyin
Bazı kişiler, ağlayarak evlerine girmeye, maddi, manevi değerli birkaç eşyasını kurtarmaya çalışıyor. Evine girmeye çalışan herkesin önüne çıkıp onları sakinleştirerek durdurmaya çalışıyorum. "Lütfen, evinize girmeyin, lütfen." Bir o şehirde, bir bu şehirdeyim. Her yerden aynı yürek yakan haykırışlar yükseliyor.
İsyan etme değil, nefes olma vakti
Yürümeye devam ediyorum. Okullar, hastaneler, belediye binaları yıkılmış. Daha dün ameliyat olmuş insanlar üzerlerinde ameliyat önlükleri, kollarında takılı kalmış serum iğneleriyle göçük altında kalanlara yardım etmeye çalışıyor. Aklın sınırlarını zorlayan görüntüler, depremin kendisinden ve soğuktan daha çok titretiyor bedenimi. İnsan canı bu kadar ucuz olamaz, olmamalı. Sorumlulardan yine hesap sorulmayacak, senelerdir ödediğimiz deprem vergileri kim bilir kimlerin cebinden çıkacak, Prof. Dr. Naci Görür Hoca'mız daha iki gün önce tehlikenin geldiğini söylediği halde dökülen bunca kan kimin elinde kalacak, bilmiyorum. Ama şu anda isyan edemem. Şu anda ihtiyacı olanlara nefes olmalıyım. Bedenimi sakinleştiriyor, öfkemi şimdilik bir rafa kaldırıyorum. Hastalara, yaşlılara, yeni doğum yapan annelere, bebeklere nefes... Lütfen, nefesim onlara nefes olsun.
Tanrı Hatay'ın üstünden elini çekmiş olamaz
Derken büyük bir sarsıntı daha oluyor. Koşmaya başlıyorum. Arkamdaki bir bina, büyük bir gürültüyle yerle bir oluyor. Kalkan toz bulutundan önümü göremiyorum ama sarsıntıyla birlikte koşuyor, sanki yarılan toprağın üzerinde kayıyorum. Gözümü tekrar açtığımda bir cami minaresi sağımda, bir kilise çanı solumda, bir sinagog yıldızı önümde... Binlerce yıldır farklı dinlerden ve inançlardan insanların bir arada yaşadığı, medeniyetler beşiği, kadim şehir Hatay'dayım. Burası daha bir çaresiz, daha bir yalnız. İnsanlar elleriyle sağa sola tuğla atarak enkaz altına ulaşmaya çalışıyor. Göçük altında ailelerini arayanların feryadları dünyanın öbür ucundan duyuluyor. Havadan, karadan, denizden hiçbir yerden henüz yardım ulaşamamış topraklarda, Habib-i Neccar Camii, St. Pierre Kilisesi, Antakya Sinagogu üçgeninin tam ortasındayım. Ayaklarımı sallanan zemine sıkıca basıp, kollarımı gökyüzüne uzatıp yardım diliyorum. Tanrı elini Hatay'ın üstünden çekmiş olamaz. Her yeri unutsa burayı unutamaz. Hatay kaderine terk edilemez. Lütfen, tez zamanda yardım gitsin Hatay'a...
Ezan, Çan, Hazzan
Duamın bitmesiyle birlikte, ezan, çan ve hazzandan oluşan müthiş bir koro şifa ilahileri okumaya başlıyor. Öyle güzel bir harmoni ki bu, gözlerim doluyor. Dinlendirici, iyileştirici, sakinleştirici bu dua ışık olup, güç versin, umut versin ihtiyacı olanlara... Karanlıklarını aydınlatsın, vücutlarını baştan aşağı sararak ısıtsın, şifalandırsın, bir borudan akan su damlası olsun, susuzluklarını dindirsin. Geçecek...
1500 yıllık kalenin yıkılışı
Tekrar gözümü açtığımda çorak, rüzgarlı bir tepenin üstündeyim. M.S 6'ıncı yüzyılda Bizans İmparatoru Iustinianos tarafından yapılan, Hitit ve Roma dönemlerine gözetleme kulesi, Kurtuluş Savaşı'nda kadın ve çocuklar için sığınak olarak kullanılan Gaziantep Kalesi'nin sallana sallana çökmesine, taşlarının, tuğlalarının etrafa saçılmasına tanık oluyorum. 1500 yıl boyunca her türlü doğal felakete direnmiş kale duvarlarının, bu depreme dayanamaması yaşanılan trajedinin büyüklüğünü sert bir tokat gibi tekrar yüzüme vuruyor.
Zihnimde tüm şehirlere adım atıyorum. Kahramanmaraş, Gaziantep, Hatay, Adıyaman, Malatya, Şanlıurfa, Osmaniye, Diyarbakır, Kilis, Mersin, Adana... Cumhuriyet tarihinin en büyük felaketiyle karşı karşıya olduğumuzu görüyor, anlıyor ve hissediyorum. Depremin üzerinden sadece 27 saat geçmiş durumda ve yıkılan bina sayısının 7000'den fazla olduğu söyleniyor. Çevredeki köylerde ne olduğundan daha haberimiz yok. Derin derin nefes alıp vermeye devam ediyorum. Enkaz altında kalan herkese nefes, güç, ışık, su....
Ağla Sevgili Yurdum
Tekrar gözümü açtığımda evimdeyim. Ellerim titriyor, ayaklarım üşüyor, kulağımda o iyileştirici ilahi... Bedenim artık kendini salıyor ve kış günü sokakta evsiz kalan, enkaz altında çaresizce yakınlarını arayan, karanlıkta kurtarılmayı bekleyen, hayatını kaybeden herkes için ağlıyorum.
Şimdi canla başla işlerini yapmaya çalışan kurtarma ekiplerine destek olma zamanı, yara sarma zamanı, yas zamanı, bazen sessiz, bazen de hıçkıra hıçkıra göz yaşı dökme zamanı. Ağla Sevgili Yurdum... Ağla... Geçecek.. Ağla... Geçecek...
Hesap sorma zamanı? O malzemeden çalan müteahhitlerden, milletin vergisinden çalan, gerekli önlemleri almayan, bilim adamlarının söylediklerine kulak asmayan yetkililerden inanıyorum ki bu sefer hesap sorulacak. Ama şimdi dünyanın neresinde olursak olalım birlik olma, bir olma, tek nefes olma zamanı...
Ayşe Acar kimdir?
Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı.
Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu.
Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü.
Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı.
Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı.
2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu.
Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor.
|