22 Kasım 2020
Mayıs ayının ilk pazar günü kendilerinden pek emin olmadan, nereye yol aldıklarından bihaber uyurgezerler gibi çıktılar yola. Son beş yıl boyunca onlara yurt olmuş olan Borneo'nun Sabah eyaletinin uzak bir kasabasının kenar köylerinden biri yağmur ormanlarının içindeki Kampung Korongkom köyüne, toprak yolda kullandıkları arabanın kaldırdığı tozların arasından son bir kez daha baktı. Yeni ışımakta olan sabah şafağında köyün ahşap evleri nemli bir pus içindeydi. Gökyüzü tozlu bir pembeye bürünmüştü. Köyün etrafını çevreleyen hindistan cevizi ağaçlarının arasından sabahın ilk ışıkları köyün üstüne düşmüştü. Son on altı yıl boyunca gidip yerleştiği hiç bir mekan kalıcı olmamıştı onlar için. Borneo'ya geldiklerinde de buradan bir gün ayrılacaklarını biliyordu. Onları buraya uçurmuş olan rüzgar yeniden yön değiştirmişti, onları da sarmalına alarak.
Beş saatlik bir uçak yolculuğundan sonra Şangay'ın kirli gri gökyüzünden Pudong havaalanına indiler. Göçmenlik işlemlerinden hemen sonra elinde kocaman bir levhaya yazılmış adlarıyla mübaşir tavırlı bir Çinli onları karşıladı. Bir minnettarlık hissiyle iki çift laf etmeye çalıştı. Adam ise onu duymamıştı bile. İşini tam tekmil yapmanın sorumluluğuyla elinde bavulları, onları bekleyen bir taksiye doğru aşırdı. Şoföre tüm direktifleri verdikten sonra yine aynı kararlılıkla elindeki akıllı telefonuna konuşarak, onların arkasından hemen gelecek olan yeni yolcuları kaşılamaya doğru çabuk çabuk uzaklaştı. Şaşkın şaşkın yanındakine döndü. 'İşi bu olsa gerek' dedi. Gerçekten de adamın işi hayatında ancak on dakikalığına göreceği insanları karşılayıp bir taksiye bindirip, taksi şoförüne gideceği istikameti söylemekti. Tüm bunları akıllı telefonuna yüklediği WeChat denilen ve hemen arkasından öğrendiği kadarıyla bu ülkede yaşayan bir buçuk milyar insanın vazgeçilmez iletişim aracı olan aplikasyon aracılığıyla yapıyordu.
Malezya'da yaşamlarını yağmur ormanlarının içindeki küçücük bir köyde sürdürmüş olmalarına rağmen zaman zaman Sabah'ın başkenti Kota Kınabalu'ya gittiklerinde ya da içinde yaşadıkları zamanların mimari örneklerinden biri olan Kuala Lumpur'a her gittiklerinde yüreğinde bir sıkışmışlık hissiyle dönerdi köylerine. Hemen arkasından devasa çirkin binaların arasında ona önemsiz değersiz bir varlık olduğunu haykıran canavar şehrin izlerinden vücudunu, ruhunu, düşüncelerini temizlemek için, bahçeye çıkar köye yetmiş kilometre uzaklıktaki Kınabalu dağının göğe dimdik duruşunu taklit ederdi. Elleri başının üstünde göğe uzanır, gözlerini kapatır karşısındaki dağın ikizi olduğunu düşlerdi, öylece hareketsiz bir şekilde göğe doğru yükselirken. Bazen de, Guy'ın da keyfi yerindeyse köyün bitiminden başlayan pirinç tarlalarının arasında saatlerce süren bir yürüyüşe çıkarlardı. Telgraf direğine konmuş kanalın sularını dikkatle izleyen, kanatları elektrik mavisi balıkçıl kuşu onun kalbinde gümbürtüye yol açan sevincin farkına varmış gibi, kulaklarını tırmalayan bir çığlıkla heyecanına karşılık verirdi. Büyük beyaz balıkçıl kuşları gruplar halinde pirinç tarlalarının üstünden o akşamı geçirecekleri mekanlara doğru süzülürlerdi.
Taksi havaalanından çıkıp vızıl vızıl akmakta olan otoyolda diğer araçların arasında yerini aldı. Birdenbire nefesinin daraldığını hissetti. Derin derin nefes aldı burnundan, içinden bir iki üç diye başlayıp ona kadar saydı ve yavaşça salıverdi aldığı nefesi salıverdi burnundan. Yol arkadaşı Guy elini tuttu. 'İyi misin?' İyi değildi, kalbini kocaman iki el avuçlarının arasına almıştı yine. Elllerine düşmüştü yine. İçinden ona kadar sayıp nefesini tutarak dışarıya baktı.
Gri kirli bir katmanın içinden devasa binalar sanki plastikten yapılmışlar gibi eğilmeye başladılar. Binlerce eğilen binaların arasından yollarını bulmaya çalışırken, bir Çin rulosu bu binaların arasından bir makara gibi açıldı. 'Şangay'a hoşgeldiniz... Şangay'a hoş geldiniz... Şangay'a hoş geldiniz...' Eğilen binalara ve açılan rulonun hızına başının dönmesi de katılmıştı. Bir anda her şey birbirine karıştı, Çin rulosu sonsuz açılmasına devam ederken renklerin elektrik mavisi, yeşili, kırmızısı devasa binaların aralarından, bir pompayla püskürtülmüşçesine havaya karıştılar. Binalar şimdi yüzlerce kobra yılanı olmuş birbirlerine sarılarak erotik bir dansın içinde salınıyorlardı.
Panik içinde Guy'a döndü. Onun gördüklerini o da görüyor muydu? Kendi dünyasına dalmış dışarıyı seyrediyordu. Onunla aynı manzarayı seyrediyor gibi değildi, öyle olsaydı o da dehşet içinde olurdu. Oturduğu yerde büzülüp, küçüldü. Dikiz aynasından şoförün gözlerini yakaladı. Adam manzarayı işaret edip, mükemmel işareti yaptı. Koltuğunda daha da küçüldü, gözlerini kapadı. Karnının içlerinden başlayan bulantı bir hortum gibi kıvrılarak yavaş yavaş boğazına doğru seyrediyordu. Daha fazla dayanamayacaktı. Tam kapıyı açıp dışarıya fırlayacakken, taksi birdenbire zınk diye durdu. İkisi de gayri ihtiyari öne doğru savruldular. İçindeki hortumun hırsla taksinin camına doğru fırlayacağı endişesiyle iki eliyle ağzını kapadı. Kırk beş dakikadır birbirleriyle tehlikeli bir dans içinde olan devasa binaların birinin önündeydiler.
Renkler kaybolmuş, binalar ise hareketsiz biçimlerine geri dönmüş, upuzun, kirli, gri gökyüzüne doğru yükselmelerine devam ediyorlardı. Şoför yüzünde ciddi bir ifadeyle kapıyı açtı. Bavullarını ellerine tutuşturdu. Ayrılırken, aniden hatırlamış gibi aceleyle dönüp 'Şangay'a hoş geldiniz' dedi.
Gözlerini açtığında, uzaktaki devasa bir binanın elektrik ışıklarıyla karşılaştı. Binanın en yüksek noktasından aşağıya doğru melodik bir şekilde ışıklar binbir renge bürünerek süzülüyordu. Bir süre nerede olduğunu, kim olduğunu düşünmeden bu ışıkları izledi. Büyüleyici bir ritim vardı bu ışıklarda. Biraz önce uykudan uyanmasına neden olan yağmurun cama vuran damlalarının içinde renkler kırılıp biçim değiştiriyor pencereyi bir çok desenden oluşmuş vitraylı cam haline getiriyordu. Neler yoktu ki her düşen damlayla durmaksızın şekil ve biçim değiştiren bu renklerin içinde. İşte yüzlerce insan omuzlarında sırt çantaları koskocaman bir caddenin başında karşıya geçmek için kırmızı ışığın yeşile dönmesini bekliyorlardı. Hemen herkes gözlerini trafik lambasına yöneltmektense ellerindeki telefonlara dikmişlerdi. Sanki ışığın değiştiğini telefonlarında görebiliyorlardı. Işığın değişmesiyle birlikte anında yok oldular. Daha birkaç gün önce böyle bir ışık karmaşasının içine düşeceğini hayal etmesi imkansızdı. Geceleri şehir ışıklarıyla değil karanlık gökyüzüne serpiştirilmiş milyarlarca göz kırpan, bazen bir göz kırpımında kayıp giden yıldızlar ve onların içinde bazen büyüyüp koskocaman gökte asılı bir top olan bazen de küçüle küçüle kaybolup giden ayla bezenmiş olurdu. Uykusunda ona ninni gibi gelen ormanın uğultusuydu duydukları. Şimdi ise hiç susmak bilmeyen şehrin sesine alışması gerekecekti.
Elini gayri ihtiyari yan tarafına doğru uzattığında, odanın karanlığını ve alışılmadık bir yatakta olduğunu fark etti. Yalnızdı. Doğrulup oturdu yatağın içinde. Bir an Guy'ın nerede olduğunu hatırlamakta güçlük çekti. Kendisi halen, Şangay'ın Pudong havaalanından sürreal bir yolculukla geldikleri oteldeydi ama Guy nereye kaybolmuştu. Yataktan kalkıp küçücük odanın bir köşesindeki açık mutfağa doğru sendeledi. Borneo'daki evlerinde geceleri su içmek ya da tuvalete gitmek için uyandığında yatak odasının kapısını dikkatle açar başının üstünde evin tehlikeli ahalilerinden kertenkele Gertrude'un yakınlarda olup olmadığından emin olduktan sonra dikkatlice tahta merdivenlerden aşağı kata inerdi. Gürültüyle çalışan buzdolabının kapısını açtı, dün caddenin karşısındaki süpermarketten aldığı portakal suyunu bardağa boşaltma zahmetine girmeden ağzına dikti. Yatağa geri döndüğünde Guy'ın nereye kaybolduğunu hatırladı. İki gün önce henüz nerede olduklarını bile kavrayamadan Guy yeni işine başlamıştı. Ve iki gün içinde eğitim için Çin'in güneyindeki Guongzhou'ya eğitim için gönderilmişti.
Buraya gelmeden önceki aylarda nereye gidecekleri konusundaki bitmek tükenmeyen tartışmalarında Guy, Çin'e gitmenin onun çocukluk hayallerinden biri olduğunu söylemişti. Şimdi bu daracık karanlık odada yatağın üstünde oturup, şehrin elektrik ışıklarının cama yansıyan şekillerine bakarken, Guy'ın bu ülkeye ait çocukluk hayallerinin belki de yüzlerce yıl önce kaybolup gitmiş olduğunu düşündü. Peki ya kendisi? Elif'in geldiği bu yere ait hiçbir düşüncesi yoktu. Ona kalsa gerisin geriye inini bulmak için yola çıkardı. O yolsa kim bilir ne bilinmezlere açılırdı. Onun serüveni bir zamanlar kaybettiğini bulmak için yola çıkmaktı, diğerininki ise hep yeni ve bilinmeyeni aramaktı. Neydi onu yeniden bilinmeyene getiren? Ne ise o işte yine üstün gelmişti Elif'in kafasında oluşturduğu binbir soru işaretine.
İşte şimdi bilinmez o yere, sanki bir el tarafından kondurulmuştu. Her şeyi yeniden öğrenmesi gerekecekti. Hayatında yeni aşikarlıklar bulabilmek için yollarda kaybolacak, çıkmaz sokaklarda başı dönecek, devasa binaların arasında dönüp duracak, belki de kalbi birden bire duruverecekti. En çok bundan korkuyordu kalbinin kendini kaybettiği dünyanın içinde binlerce yıl önce kaybettiğini bulmak için dönüp durduğu yaban ellerde birdenbire duruvermesinden. Daha dün hotelin çevresine aşina olmak için ve Şangay'ın neresinde olduklarını anlamak için sokağa çıkmış ve kaybolmuştu. Ipad'indeki offline haritadan yararlanmasına rağmen gideceği yerleri bulmak için onlarca kez yeniden aynı sokaklarda dönüp durmuştu. Öğle vakti binlerce ofis çalışanının hızlı adımlarla onun üstüne üstüne gelip görmeyen gözlerle odaklandıkları yerlere dağılıp gittiklerini beş yıl sonra ilk kez şimdi şahit olmuştu. Kadın erkek, tavırlarına davranışlarına kıyafetlerine bakılırsa bu insanlar sanki aynı makineden çıkmış, aynı tepkileri göstermesi beklenilen şekiller gibiydi. Yüzlerinde ne yaptıklarından emin bir kararlılık, ve saydam bir gülümseme vardı. Çoğunluğunun ellerinde telefon kulaklarında kulaklıkları vardı. Sanki ellerindeki telefon ya da dinledikleri şey, davranışlarındaki kararlılığı dikte ediyordu. Onların arasında saydam bir duvar olmuş, her biri ona çarpıp ellerindeki büyüleyici şey neyse yere düşürmeden, başları hala önlerinde duvar olan kendisinin içinden gelip geçiyorlardı.
Dışarıya çıkmak için yanlış bir zaman mı seçmişti. Sanki içinden gelip geçen bu kararlı ve azimli silüetlerden biri olması gerekiyordu bu şehrin caddelerinde yürüyebilmesi için. Gözlemlediği herkesin bir amacı vardı, bu amaç onlara taşıdıkları elektronik aletlerinden aktarılıyordu. Hiçbir zaman tek bir amacı olan ve bu amacı davranışlarıyla dışarıya yansıtan biri olamamıştı. En sonunda zoraki geldiği bu şehir mi ona bunu öğretecekti. Şehre diğerinin arkasından sürüklenerek zoraki olarak gelmişti gelmesine ama şehirde yaşayabilmesi için şu gördüklerinden biri olması gerekiyordu, yoksa şehir onu yok edilmesi gereken bir parazit gibi ezecekti.
Orada şehrin kalabalık bir caddesinde birbirlerine neredeyse değerek geçen kadın ve erkek bu insanlar sanki aynı makineden çıkmış gibi birbirleriyle kusursuz bir benzerlik içindeydiler. Kadın erkek hemen hemen hepsinin vücut ölçüleri aynıydı. Erkekler zamanın ofis modasına uygun kısa paçalı dar pantolonlu ve kalçaları kapatmayan ceketler giymişlerdi. Çoğunun saçları kısa ve arkaya doğru taranmış ve alınlara gelen bir tutam saç özel bir dokunuşla yukarıya doğru kıvrılmıştı. Kadınlara gelince giyimlerine özel bir özen gösterdikleri belli oluyordu. Çoğu kalçalarının hemen altında biten daracık etekler ve üstüne mütevazı görünümlü omuzları, göğüs dekoltesini göstermeyen bluzlar giymişlerdi. Orada onların arasında yolunu kaybetmiş ne yapacağını bilmez bir halde şaşkın şaşkın beklerken niye bu kadınların vücutlarını tezat bir şekilde örtmüş olduklarını düşündü. Modern şehir hayatının geleneklerinden biri miydi böyle giyinmek? Yoksa kadınların bacaklarını sere serpe gözler önüne sermeleri şehir hayatının kabul edilen estetik ölçeklerinden biri miydi?
Elif, Borneo'nun yapışkan nemli, tenleri eriten sıcak ikliminde tene yapışmayan bol bluzlar giyip altına ya keten pantolonlar ya da bazen sivrisineklere meydan okurcasına kısa şortlar giyerdi ama şort giydiğinde genelde sivrisineklerin ve kum sineklerinin hemen görünmeyen ve on iki saat sonra ortaya çıkan yüzlerce ısırığıyla karşılaşınca kollarını ve bacaklarını kapatan kıyafetlere geri dönerdi. Borneo'da kadınlar geleneksel olarak topuklarına kadar gelen uzun ve hafif etekler ve üstüne çok dar olmayan ama altındaki vücudun şeklini fazla göze batmadan ortaya çıkaran ve kalçaları kapatan eteklerle takım olan bluzlar giyiyorlar. Adaya ilk geldiğinde bunu muhafazakarlık olarak görüp yadırgamıştı Elif ama adalı kadınlardan biri kendisine hediye olarak bu takımlardan birini verdiğinde onu üzmemek giymiş ve daha önceki düşüncelerinin ne kadar yersiz olduğunun farkına varmıştı. Kadınların bu kıyafetleri niye seçtiklerini şimdi anlamıştı. O sıcak ve nemli günlerde neredeyse çırılçıplak olmak gibi bir şeydi bu kıyafetleri giymek. Genelde ince terilen bir kumaştan dikilen elbiseler teri hemen kurutuyordu. Ne kadar da görünüşe göre karar vermeye hazırız diye düşünmüştü. Başta Malay müslüman kadınların altlı üstlü baju gurum dedikleri kıyafetleri giyip üstüne de başlarını çenelerinin altından bağladıkları bir eşarpla kapattıklarında torba gibi göründüklerini düşünmüştü. Oysa ahaliyi biraz tanıdığında, Müslüman, Hristiyan ya da Hindu olsun tüm kadınların gardrobunda en az dört beş takım özel günler için parlak renkli, farklı desenlerden bu bajum gurumlardan bulundurduklarını bilecekti. Borneo'nun iklimine uygun olarak genç kızlar ve kadınlar kahverengi bacaklarını ortaya çıkaran kısacık şort giyerlerdi bazen, sivrisineklere rağmen. O iklimde Elif'e doğal gelen bir şey, şu anda ultra modern bir şehrin ortasında neden tuhaf geliyordu. Ona tuhaf gelen kadınların bacaklarının beyazlığını ortaya çıkarmak istercesine beyaz saydam çoraplar giymeleri miydi. Yoksa güneşin ve iklimin tenleri kahverenginin her tonuna dönüştüren Borneo'dan sonra ilk defa tenlerinin beyazlığının önemini giydikleri kıyafetlerle biraz daha vurgulayan kendilerinden emin insanların arasında kendisini buluvermesi miydi?
Gayri ihtiyari sol kolunu göz hizasına getirip tenini incelemişti. Yüzde yüz tezatlık vardı şu anda gördüğü ve sağından solundan geçen insanların teniyle kendisininkinin arasında. Elif'in teni toprağın rengindeydi ama beş yıldır Borneo güneşinin ve neminin içinde toprak rengi güneşin sarısı ve iklimin nemiyle birleşmiş, parlak, ışıldayan bir kahverengiye dönüşmüştü. Şu anda gördüğü insanların hemen hepsi, çevrelerini tamamen sarmış olan ve güneşi tamamen kapatan yüksekliklere uzanan ve içinde alışveriş merkezlerini, pastaneleri ve restoranları barındıran ve plastik çiplerle giriş izni olan ofislerde çalışıyor olmalılardı. Tenlerinin beyazlığı o yüzden miydi? Öyleyse demir vitamini yoksunluğundan hastalıklı ve zayıf görünmeleri gerekirdi oysa hareketlerindeki kararlılık ve azim bunun tam tersini gösteriyordu. Acaba bilim kurgu projesi olan bir şehre mi düştüm düşüncesi geçti aklından. Belki de kocaman bir şehrin geleceğe yörüngeli bir bölgesindeydi ve gördükleri gerçeklikten uzaktı. Guy keşke benim şu anda gördüklerimi görseydi diye geçirdi içinden. Guy'ın hayal ettiklerine benzer şeyler miydi, şu anda gördükleri. Elif'in aksine Guy her zaman bilim kurgu hikâyelerini sevmişti. Aradığı neyse o bilim kurgu hikâyelerinde, bulacak mıydı bu şehirde onları?
Bugünlük bu kadar yeter demişti içindeki ses. Yavaş yavaş, yüksek binaların arasında kaybola kaybola saatler sonra bulmuştu kaldığı oteli. Otelin karşısında, şehrin merkezindeki ofis çalışanları için açık olan Çin usulü bir fast food lokantasına girmiş, elindeki Çin parasını kasiyere göstermesine rağmen oradaki herkesin alçak masalara çöküp ellerindeki çubuklarla yedikleri makarna çorbasını sipariş verememişti. Elindeki para sahte miydi, o yüzden mi kabul etmiyorlardı? Çevresine yardım ister gibi bakmış ama diğerleri onu tamamen yok sayarak orasına burasına dokunarak yanından yöresinden geçip, ellerindeki telefonlarının ekranını kasiyere göstererek siparişlerini verip, bazıları paket yaptırarak aynı kararlı davranışlarla gitmişler, bazıları da yemeklerini restoranda yemeye başlamışlardı. Elindeki 100 yuanı içindeki sıkıntıdan kıvıra kıvıra avucunda minicik bir topa dönüştürdüğünü fark ederek, kasiyere yeniden yaklaşmış, aynen diğerleri gibi elindeki telefonun ekranını göstermişti. Kasiyerin poflamasıyla kendisinin görünür olduğunun farkına vardı. Bir anda gelip sonra da kaybolan ne istediğini bilen müşterilerin yanında alık alık bekleyen bu yabancıya acımış olmalıydı kasiyer. 'WeChat, WeChat or Alipay' dedi, sinirli sinirli. Alipay'i duymuştu bir yerlerden ama WeChat konusunda hiçbir fikri yoktu. Kasiyeri duymamış gibi telefonu ona biraz daha yaklaştırdı. Yardıma mı ihtiyacınız var sorusuyla başını kasiyerden çevirdiğinde, yanında biten daha önce gördüğü o olağanüstü yaratıklardan birini buluverdi. Mükemmel bir gülümseme vardı yüzünde. Birkaç blok ötedeki köşe başında içinde tuhaf bir korkuyla izlediği yaşları olmayanlardan biri olabilirdi. Şimdi ise o korkunun yerini sanki gökten ona yardım etmek için düşmüş bir meleği buluvermenin şaşkınlığı ve heyecanı almıştı. Yanındaki kusursuz İngilizcesiyle 'yeni geldiniz galiba' dedi. 'Evet' diye cevap verdi, şaşkın şaşkın, başı dönmeye başlamıştı Elif'in. 'paranın kullanılmadığı bir yere mi geldim?' Sorudan ziyade içinde bulunduğu durumdan emin olmak ister gibiydi. 'Ah' dedi diğeri 'Buraya ilk geldiğinizde, hatta gelmeden önce yapacağınız tek şey telefonunuza WeChat aplikasyonunu indirmek olmalı. Turistsiniz galiba'. 'İki gün önce geldim. Turist sayılmam aslında, iş için' diye cevap verdi. Karşısındaki de kendisi gibi yabancıydı. Ama kıyafetlerine ve davranışlarındaki kararlılık ve kendine güvene bakılırsa sanki diğerleriyle aynı ekolden gelmiş gibiydi. 'Buradaki hayatın içine girmek için iyi bir akıllı telefonunuz olması gerek ve telefonunuza başlangıç olarakta WeChat aplikasyonunu yüklemeniz gerekiyor. WeChat'siz hayatı düşünemiyorum bu ülkede. Sanırım ödeme yapmak istiyorsunuz. Paradan çok WeChat ya da Alipay ödemelerini kabul ediyorlar. İsterseniz ben sizin için ödemeyi yapayım.' Karşısındaki, otuzlu yaşlarında olduğunu tahmin ettiği genç adam sanki şimdiye kadar duymadığı bir dilde konuşuyor gibiydi. Genç adam onun şaşkınlığını anlamıştı, 'Siz yiyeceğiniz yemeği seçerken ben telefonunuza neler yükleyeceğinizi size yazayım' dedi. Telefonunun ekranına onun cevap vermesini beklemeden bir şeyler yazdı. 'Resmini çekin' dedi. Tam fotoğraf makinem yanımda değil diyecekken, karşısındakinin telefonunu kastettiğini anladı. Ah, öğreneceği ne çok şey vardı, kendisine tamamen yabancı olan ve içine birdenbire düşüverdiği şu yeni dünyada.
Genç adam telefonundaki aplikasyonundan, Elif'in seçtiği makarna çorbasının ödemesini yapmış, sonra da başını sanki bir sırrı en yakın dostuyla paylaşır gibi, çevresine bakıp gözlerini Elif'in gözlerine dikmişti 'Yaşamınızın her alanı için bir aplikasyon yüklemeniz gerekiyor telefonunuza, ben en gerekli olanlarını yazdım, başlangıç için. Buraya alıştıkça diğerlerini zorunluluktan zaten yükleyeceksiniz. Açıkçası telefonunuzun, beyniniz olduğunu düşünün bu ülkede bulunduğunuz sürece. Siz telefonu değil, telefon sizi kullanıyor açıkçası...' Son kelimeleri duyduğunda gözleri gibi ağzı da açılmıştı şaşkınlıktan. 'Afiyet olsun size'. Telefonuna baktı. 'On dakika içinde işte olmam gerekiyor.'
'Borcumu ödeyeyim' dedi Elif. Kendini dilenci gibi hissetmişti. Biraz önce sokakta aynı makineden çıkmış robotlardan biri gibi düşündüğü bu genç adamın kendisini fark edip yardım edeceğini, hatta şu anda önünde duran makarna çorbasının parasını ödeyeceğini düşünemezdi. Yoksa tüm bunlar da telefonundan gelen bir dürtü tarafından mı yönetiliyordu? 'Ah önemli değil' dedi diğeri 'ama WeChat unutmayın.' Elif adama teşekkür etmesi gerektiğini hatırladı. Elini eline götürüp, bana ne kadar iyi davrandınız, adınızı bile bilmiyorum deyip genç adamı birkaç gün sonrasına kahve içmeye mi çağırsaydı ya da hiçbir şey söylemese daha mı iyi olurdu bilemedi. Saçlarının alnına gelen perçemi özenle yukarıya doğru kıvrılmış olan genç adam ellerini ceplerine sokup omuzlarını işini iyi yapmış olmanın doygunluğuyla, gülümsedi ve Elif'in teşekkür etmesini beklemeden kararlı adımlarla kayboldu.
Şimdi otelindeki yatağın üstünde oturmuş dışarıda yağan yağmurun şehir ışıklarını cama vuran binbir tür şekiller haline getirmesini seyrederken şehre geleli sadece birkaç gün olduğunu hatırladı. Sabaha daha birkaç saat vardı. Dün akşam Guy aramış, onu işe alan VCS firmasının Elif'i de işe almak istediğini söylemişti. Yarın sabah onda seni bekliyorlar diye de eklemişti. VCS firması üniversite yaşına gelmiş gençlerin dünyanın en yaygın dili olarak konuşulan İngilizceyi ne kadar hakim olduklarını test ediyor ve dünyanın diğer ülkelerindeki üniversitelere gitmelerine yeşil ışık yakıyor. Elif oldum olası tek tip diye nitelediği global firmalar için çalışmaktan nefret etmişti. Girdikleri ülkeleri her anlamda talan eden yüzsüz kimliksiz ve ahlaksız firmalardı bu firmalar ona göre. Bu ülkeye gelmeden önceki sonu gelmez tartışmalarında, hep aynı noktaya gelmişlerdi. 'Bize başka ülkelerde yaşama fırsatı veriyor' derdi Guy. Elif'se tam bu noktada 'Artık ben başka bir ülkede yaşamak istemiyorum' diye cevap verirdi. Guy'ın ilk defa 'sanki yaşlı bir kadınla yaşıyorum' dediğini duymuştu. Oysa ikisi de aynı yaştaydılar ve orta yaşa doğru ilerliyorlardı. Elif'e göre Guy en kolay yolu seçip sonra da yeteneklerinin görünmediğinden şikâyet eden biriydi. İlk önce gittikleri yerler konusunda heyecanlanır ama o yerlere ulaşır ulaşmaz bu heyecan yavaş yavaş negatif bir şeye dönüşmeye başlardı Ya işyerinde karşılaştığı birkaç kişiden hoşnut kalmaz ya da ülkenin politik durumunu tehlikeli bulur ve sonrasında her şey tehlikeli bir hale gelip nefret boyutuna ulaşırdı. Son yirmi yıl boyunca beş ülke değiştirmişler her gittikleri ülkede üç dört yıl kalmışlardı.
İçini bir sıkıntı sardı. Aynen pencereye vuran yağmur damlalarının kırılıp, devinip çoklu şekillere dönüşmesi gibi kafasında dönüp duran farklı sorulara dönüşen düşüncelerin yol açtığı bir sıkıntıydı bu. Yatağın içine girip göz kapaklarını kapamaya zorladı. Yıllar önce Hindistandaki yoga kampı sırasında öğrendiği mantraları arka arkasına aklından geçirmeye başladı, taa ki yorgunluktan yeniden uykuya dalana kadar.
Yogayı öğrenmek için Hindistan'ın güneyinde Tamil Nadu bölgesinde bir ay kalmıştı birkaç yıl önce. Tapınaklar şehri olarak bilinen Madurai şehrinin dış eteklerine kurulmuş, kalabalık bir maymun ailesinin de ikamet ettiği bir Hindu Tapınağı'nda öğrenmişti yoga'nın inceliklerini
Ne yazık ki başka bir dünya var mıydı, onu bile bilmiyordu. Bildiği sadece içinde bulundukları durumun biçareliğiydi. O yüzden olsa gerek, bir gün kafesin dışından kendilerini seyredenlerden bir çift elin uzanıp onu o kıvrıldığı çaresizlikten koparıp aldığında ve montun içindeki vücudun sıcaklığını hissettiğinde anlamıştı başka bir dünyanın varlığını
Farah, trafiğin vızıl vızıl aktığı Şangay'ın en yoğun yollarından birinin yanı başında şimdiden köhneleşmeye yüz tutmuş, bir gökdelende, fare deliği diye tanımlanabilecek apartmanındaki tek pencerenin önünde durup bir an dışarıda akan trafiğe odakladı gözlerini...
© Tüm hakları saklıdır.