25 Nisan 2021

Toprağa devinimli kadınlardı

O bilge kadınların öngöremediği, kilden yarattıkları hayatın son bulacağıydı. Haber vermeliydi. Bir şeyler yapılmalıydı. Tüm gücünü cılız bacaklarına vererek geriye bilge kadınların hayatlarına doğru durmaksızın ama onlara hiç ulaşamadan koşmaya başladı...

İki katlı kilden yapılmış evlerin olduğu, mor dağların arasına kurulmuş bir köyde doğmuştu. Köy küçüktü, hayat toprağın verdikleri kadar basit, bereketli ve o kadar da sonsuzdu. Belki de o yüzden olsa gerek toprağın kokusunu çok severdi ve gizli tutkularından biriydi daha minicik bir kız çocuğuyken toprağın kilini dilinin ucuyla tatması. Birbirine bakan sıra dağların arasında var olan koskocaman bir deltanın kuzeyindeki Bozdağın eteklerindeki sıradağların yamacına kurulmuştu köy. Karşıda güneyindeki dağlara kurulmuş köylere bakıyordu tüm evler, sanki birbirlerine delice seven ama bir türlü engelleri aşıp bir araya gelemeyen aşıklar gibi öylesine zaman geçip, yaşlanıp kuruyup, çoraklaşsalar bile bazen sabahın kızıllığı bazen akşamın morluğuyla oralarda uzakta karşıda konaklayan aşığının olduğunu bilmenin mutluluğuyla hayatlarını sürdürüyorlardı.

Gözlerini hayata ilk açtığı andan itibaren, yaşamının her anı tamamen kadınlarla çevriliydi. Çoğunluğu yaşlı ve bilge kadınlardı bu kadınların, öyle ki kilden yapılmış o hayatın içinde her biri gündelik mucizeler yaratıyorlardı. Sanki özenle tek tek topraktan mükemmellikle oyulmuşlardı ve her hareketleri, salınımları toprağa ivmeliydi. Onun çocuk gözlerine kadınların büyüleyici salınımları hayatlarını sürdürmeleri için gerekli olan şeyleri hiç iç çekmeden gerçekleştiren bilgeliklerini yansıtıyordu. Toprağa gelince sertti. Toprağın içinde büyüyen devasa bir kayanın içine oyulmuş gibiydi evler. Hatta dağın yamacındaki evlerin çoğunluğu, gömme denilen bir tarzda toprağa oyulmuş üstüne de iki odalı bir ikinci kat oturtulmuştu. Evlerin alt katı, kadınların genelde gündelik hayatlarını geçirdikleri yerlerdi. Kışları bu odada var olan ocak dedikleri, hayatın yüreğinin attığı, şömine de hem yemeklerini, ekmeklerini ve her zaman hali hazırda bulundurdukları çaylarını pişirirler hem de evin bacasından çıkan dumanla, kışın o soğuk amansız zamanlarında, diğerlerine evlerinin kendilerine açık olduğu haberini uçururlardı. 

Bacalardan çıkan dumanlara ilk önce köyün en yaşlı kadınları cevap verirdi. Birer ikişer gelirler ve kapıdan girerken 'Bacadan çıkan dumanı görür görmez, ahh Sevim kadın şimdicik ocağı yakmış bizi çağırıyor gızanlar diye ünnedim komşuları' derdi bir tanesi. Ocak ateşinden hiç inmeyen çaydanlıktan çaylar doldurulur, annesinin kadınlar gelmeden yapıp hazırladığı tava böreği eşliğinde içilirdi. Belki ocak ateşinden aldıkları ilhamla, kadınların birbirlerine anlattıkları hikayeler küçük kızın aklını bilinmez yerlere uçururdu. Kadınların daha yaşlı olanları, bulundukları topraktan büyüyüp serpilen yabani otların şifa gücünü de biliyorlardı.

Elif hayatının erken dönemine damgasını vuran bu yaşlı ve bilge kadınların niye genelde yalnız olduklarını merak ederdi. Kadınların çoğunun adlarını bilmez ama onları nine diye çağırırdı. 'Nine' yaşlı kadınların evlerinin konumuna göre, davranış ve huylarına göre 'aşağıki nine', 'yukarıki nine', 'telli nine', 'hoca nine', 'hanım nine', 'rayme nine' şeklinde değişirdi. Bahçenin alt köşesinde Bozdağ'a yüzünü vermiş olan tek katlı kerpiç evde annesinin ara sıra küsüp, barıştığı Hanımaşa ninesi otururdu. Hanımaşa nine, Elif'in çocuk gözleriyle gördüğü en akıllı, en bilge kadınlardan biriydi.

Evinin kapısı aynen kendi evlerinin kapısı gibi herkese açıktı. Annesi zaman zaman ona küsse de bu küskünlük uzun sürmezdi. Ocakta pişirilen ve bacalardan çıkan dumanla tüm komşuların bildiği yemeğin paylaşımıyla biterdi bu küskünlük. Annesi niye Hanımaşa ninesine darılırdı bilmezdi ve ona küstüğü zamanlarda Elif'te yaşlı kadından uzaklaşmak zorundaydı. Ahh nasıl isterdi böyle olduğunda annesinin yaptığı yemeklerden birkaç tabağa koyup 'git bunları Hanımaşa ninene ver, 'annem selam söyledi' diye de ekle' demesini. Böyle olduğu zamanlarda rengi açık kahverengi olan toprağa olan açlığı ayyuka çıkardı. Annesinin hiç kimseye darılmasını istemezdi. Annesinin akranı kadınlar ve Elif'ten büyük ve küçük çocuklar da vardı köyde. Erkekler ise kadınların hayatlarından gelip geçen yolculardı belki de, çünkü kadınlar yirmi dört saat kil toprağın içinde mucizeler yaratırken, onlar bu dönencenin bozulmasından korkar gibi sessizce hareket ederlerdi. Hayat tamamen kadınların elinde ve hâkimiyetinde akıp giderdi.

Elif çocukluğunun ilk yıllarını çevreleyen bu kadınların davranışlarını, anlattıkları hikayeleri büyüleyici bulmasına rağmen daha fazlasını merak etmeye başlamıştı. Çoğu zamanlarda Hanımaşa ninesinin evine gider 'dağların arkasında ne var?' diye sorardı. 'Başka dağlar var' derdi ninesi, bir taraftan ocaktaki toprak güvecin içinde pişen yemeği göz kulak olurken. 'Peki dağların arasında ne var?' 'Köyler ve kasabalar var ve içlerinde insanlar ve hayvanlar var' derdi nine. 'İnsanlar bize benziyorlar mı? Oralarda da kediler köpekler, tilkiler ve kuşlar var mı?' diye sorardı Elif gözleri kocaman. 'Belki benziyorlar, belki hiç benzemiyorlar' derdi, yaptığı işe odaklanmak istediğinden böyle gizemli cevaplar verirdi bazen. Ninesinin ona vakit ayırmak istemediğini sezinler, bahçenin üst tarafında oturan Telli ninesine giderdi. Ona gitmesindeki en büyük neden yaptığı pestiller ve anlattığı trajikomik hikayelerdi. Evinin üst katına çıkar, ovayı tamamen teslim alan terasında oturur, bir taraftan Telli ninesinin üzüm şırasından yaptığı pestilleri yer, diğer taraftan onun anlattığı köyü ve ovayı konu alan gizemli hikayeleri dinlerdi. Bu hikayeler hep gelenlerin hikayeleriydi. Birileri öte yüzden ya da öte yakadan yola düşüp, yollarda binbir zorlukla karşılaşıp, bazen eşi dostu, çocukları kaybedip, sonunda bu ovalara ulaşmanın hikayesiydi. 'Peki geldiklerinde burada bizim gibi insanlar yok mu muş?' diye sorardı Elif, meraklı meraklı. 'Belki de varmış, ya da onlar da başka yerlere göç etmek için yola çıkmışlar, diğerleri geldiğinde...' 

'Hmmm, demek ki ben de yola çıkacağım bu hikayedeki insanlar gibi...' derdi Elif. 'Hah, çok bilmiş seni' diye azarlardı Telli ninesi, 'ağzından yel alsın. Annen seni el diyarlara bırakıp gidesin diye mi yaptı?' diye de eklerdi.

Geçen yıllarla birlikte Elif'in dağların arkasında ne olduğuna merakı artmıştı. Öyleki tüm yaşlı ve bilge kadınlara aynı soruları durmaksızın sormaya başlamıştı. Onlardan aldığı gizemli cevaplarla birlikte kırmızı toprağı alıp dilinin ucuna dokundurup tatma alışkanlığı da ayyuka çıkmıştı. Özellikle de ilkbahar ya da yaz döneminde hafif bir yağmurdan sonra deltanın en uzak köşesinden çıkıp Bozdağ'ın arkasına uzanan gök kuşağının büyüsü altında toprağın kokusu burnuna gelen en güzel koku olurdu. İşte böyle zamanlarda annesinin ve diğer kadınların kendilerini tamamen verdikleri sohbetlerinden ya da o an da yaptıkları işe dalmalarından yararlanıp, parmaklarının uçlarıyla en kutsal bir şeye dokunuyormuş gibi tüm kalbiyle kızıl toprağı alıp dudaklarının üstüne götürür, yavaş yavaş burnundan bir iç çeker ve hiç kimse görmeden diliyle parmaklarının ucunu yalardı. 

Bir akşam elinde kilden yaptığı oyuncağı, Telli ninenin evinin alt katında ocağın etrafını çevrelemiş kadınların arasında, oyuncağıyla oynuyormuş gibi görünüp ama aslında kadınları dinlediği bir anda kulakları 'kör kuyu' hikayeleriyle doldu. Köyü çevreleyen ilk sıra dağların eteklerinde, uzun kış gecelerinde köy kadınlarının birbirlerine korkulu bir heyecanla anlattıkları gizemli hikayelere konu olan mezarlığın hemen yamacında dokuz tane kör kuyu varmış. Kuyuları kimin kazdığı, ya da ne zaman kazıldığı meçhulmüş, sanki insanlığın var oluşundan beri kuyular orada olmasına oradaymış ama köyün mezarlığı gibi onlarda açıklanması imkansız şeylerin gerçekleşmesine neden oluyormuş. Bazen ak sakallı, yaşı başı olmayan bir dede dolaşırken görülürmüş, kuyuların etrafında. Bazen de öylesine öylesine ulu ağaçlar, egzotik canlılar ve mis kokulu bitkiler birbirleriyle sarmaş dolaş oluyormuş ki, kör kuyuları unutuyormuş oradan geçenler. Daha geçenler de karşı mahalleden Fatma kadın köyün öte yakasına odun toplamaya gitmiş de, gördüğü şeylerin cazibesine kapılarak bir daha dönememiş gittiği yerlerden. Kadınların sesindeki korkuyla birlikte, bilinmeyen gizemli bir şeyin yarattığı heyecanı sezmişti Elif. Kadınlar küçük kızın kendilerini dinlediğini fark ederek seslerini alçaltarak birbirlerine yaklaştılar. Yarın sabah erkenden içlerinden ikisi dağlara odun toplamaya gideceklerdi. Bir tanesi 'Aman dikkatli olun, bastığınız yerlere bilerek, görerek adım atın' dedi. Elif'in içi içine sığmadı, kalbi her an göğsünden fırlayacakmış gibi atmaya başladı. 

O akşam gözüne uyku girmedi küçük kızın. Kadınların yirmi dört saatini ezbere biliyordu. Sabah henüz şafak sökmeden sessizce kalktı. Annesiyle babasının yattığı odanın kapısının önünde durup, onların uykudaki nefes alıp verişlerini dinledi. Ayaklarının ucuna basarak indi tahta merdivenlerden. Köy henüz uyanmamıştı. Hiç kimseye görünmeden rahatlıkla geçti köyün ortasından. Odun toplamaya giden kadınlar şimdiden köyden uzaklaşmış olmalılardı. 

Kök saldığı yerin yüzlerce yıllık tarihine şahitlik eden köyün tek ulu çınar ağacına geldiğinde, her zamanki yaptığı gibi ellerini ağacın yaşlı gövdesine koyup başını gökyüzüne ulaşan dallarına çevirdi. 'Ahh ben de senin gibi büyüyebilsem' diye fısıldadı ağacın gövdesine. Zamanı vardı, bulunduğu yerden şimdi sadece iki nokta gibi görünen kadınları, görünmemek kaydıyla rahatça takip edebilirdi onları. Köyün dışına çıktığında, kadınlar gözden kaybolmuşlardı.

Elif ise yaşlı kadınların onun saçlarını diken diken eden perili cinli masallarının hasat yeri olan köyün tek mezarlığının yanından geçmek zorundaydı. Mezarlığın başındaki eski çeşmeye yaklaşırken gözlerini kapatıp, yeniden açmadan dümdüz toprak yolu, cinlere ve perilere ve çoktan ölmüş olanlara rastlamadan koşabilir miydi? Başından ayak parmaklarının tırnaklarına kadar bütün vücudu zangır zangır titremeye başlamıştı. Dudaklarını birbirine bastırıp dişlerini sıkmasa dişlerinin takırtısı şimdi mezarlarında rahat rahat uyuyanları rahatsız edecek hep birlikte mezarlarından süzülüp kalkacaklardı. Ya yaşlı bilge kadınların sadece yıldızların parlattığı karanlık gecelerde anlattıkları hikayelerden ortalığa saçılmış olan ruhlar sabahın ilk ışıklarıyla bulundukları ikametgaha geri dönüyorlarsa ne olacaktı. Onlardan biriyle karşılaşması kaçınılmazdı. 

Derin bir nefes alıp göğüs kafesini şişirdi. Nefesini vermeden koşmaya başladı. Vücudunu taşıyan iki cılız bacak tüm güçleriyle koşsa da sanki yerlerinde sayıyorlardı. Bulunduğu yerden bir milim bile ilerlememişti. Korkudan kalbi gümbür gümbür, başını mezarlığa çevirdi. Hanımaşa ninesinin ona ezberletmeye çalıştığı ve 'gün ola ki mezarlığın yanından geçersin, ruhları sınırsız olanlara bu duaları gönder, dünyamızın koruyucusu onlar, onlara bu iyilik sözcükleriyle hürmetini gönder' diye tembih ettiği, sözcükleri hatırlamaya çalıştı ama her şeyi unutmuştu. Ahh diye geçirdi içinden büyüklerden gizli bir şey yapmanın cezası bu. Birden kendini binlerce yıl geçmiş, hayat tamamen değişmiş, mezarlıktaki ruhlar gittikçe kalabalıklaşmış, başka bir dünya da ama aynı yerde bir milim ilerlemeden koşuyor olduğunu hayal etti. Cezası buydu demekki, kırmızı toprağı dilinin ucuyla gizli gizli tatmasının, büyüklerin birbirlerini tedavi ederken kullandıkları kendisinin anlamadığı dilleri anlamak istemesinin ve sonunda annesinin ve diğer kadınların gittiği bilinmeyen yerleri merak edip o yerleri bulmak için yola çıkmasının. 

Mezarlığın üstünde binlerce kanat vardı. Elif'in ayaklarının aynı yerde koşmak için çabaladığı gibi onlar da mezarlıkta aynı ritimle kanat çırpıyorlardı. Gökteki bembeyaz bulutlar mezarlığa inmiş, kanatların ritmiyle bir alçalıp bir yükseliyorlardı. Birden kollarının açılıp kanatlaştığını hissetti Elif, ayakları yavaş yavaş betonlaştıkları noktadan yükselmeye başladılar. Bir an gözlerini açsa mı yoksa kapatsa mı bilemedi. Kendini binlerce kanadın içinde süzülürken gördü. Mezarlığın üstündeki bulutların içindeydi. Binlerce kanadın oluşturduğu bulutlarla birlikte yavaş yavaş koskocaman kanatları bir aşağıya bir yukarıya süzülerek onu mezarlıktan uçurdular. Mezarlık arkada kaldıkça köyü teslim alan bitki örtüsü değişmişti. Upuzun selvi ağaçlarının çevrelediği bir alana geldiklerinde kanatların oluşturdukları bulutlar yavaşça Elif'in etrafından çekildiler ve ayakları yer çekimine teslim oldu, kanatlarıyla dengesini bulup düşmemeye çalışarak devasa selvi ağaçlarının arasındaki alana indi. Kanatları yeniden kendi cılız uzun kollarına dönüşmüşlerdi. Emin olmak ister gibi kollarını açıp çırptı. 

Arkasına dönüp baktığında ne köy ne de mezarlık vardı. Bulutlarsa tamamen kaybolmuşlardı. Selvi ağaçlarının arasından görünen gökyüzü çivit mavisiydi. Ağaçlar sanki binlerce yıl oradaydı. Ayaklarının altındaki toprak yumuşaktı. Ağaçların doğal bir yol oluşturduğu yolda ilerlemek tek seçeneğiydi. Yürüdükçe hayatında ilk kez gördüğü sanki göğe uzanmakta olan selvilerle yarışan taştan sütunların arasından geçti. Bazılarının üstünde anlamadığı dilde yazılar vardı. Bu yazılar yaşlı kadınların birbirlerinin kulaklarına fısıldadığı dil de mi yazılmıştı diye merak etti Elif. Sütunlar ve selvi ağaçları onu asırlık zeytin ağaçlarının bulunduğu bir tepenin eteklerine getirmişti. Dünyanın en yaşlı zeytin ağaçları galiba bunlar diye düşündü. Gövdeleri öylesine birbirine dolanıp toprağa kök salmışlardı ki, Elif köydeki yeni yetme zeytinleri bilmese bu ağaçların yer yüzünde göğe, güneşe doğru büyüdüğünü değil toprağın altına doğru büyüdüklerine inanabilirdi. Toprağın altına giden ağaçların gövdeleri öylesine gürbüz bir şekilde toprağa kaplamıştı ki, bundan sonraki yolu ayakları toprağa değmeden zeytin ağaçlarının toprakla sarmaşık oluşturmuş olan gövdelerinin üstünde yürüyerek geçecekti. Sabahın alacakaranlığında takip ettiği kadınlar da aynı yolu yürümüşler miydi acaba? Onlar da onun gibi uçarak mı geçmişlerdi mezarlığı?

Kollarını açıp önündeki yaşlı zeytin ağacının gövdesini sarmaladı. Öyle kocamandı ki gövdesi kolları ağacın gövdesinin ancak üçte birine ulaşabiliyordu. Mezarlığın başında hissettiği korku tamamen kaybolmuş, yerini gördüklerinin sakinliği ve merakı almıştı. Kolllarıyla sarmaladığı zeytin ağacının dalları arasından gelen viik, viik sesine kaldırdı başını. Rengarenk renkleriyle bir grup arı kuşu zeytin ağacında hararetli bir konuşmaya dalmışlardı. Elif'in varlığının kesinlikle farkında değilmiş gibiydiler. Görünmez miyim acaba diye düşündü? Viik viik diye karşılık verdi kuşlara. Kuşlar oralı bile olmadı. Viik, viik diye seslendi yeniden. Bir tanesi başını yana eğip aşağıya ona doğru baktı. Görmüş müydü onu? Diğeriyle konuşmaya devam etti. 'Kogamus çayına gidip çamur getirmenin zamanı' dedi diğerine. 'Çamuru burada da bulabiliriz' diye karşılık verdi diğeri. Belli ki köyün aşağısına koca çaya inip bir yudum çamuru ağzına alıp, yutmadan yeniden köyün arkasına gelen tepenin eteklerindeki bu yere uçmak istemiyordu. Niye burada olduklarını merak etti Elif? Onları daha çok Kogamus çayının etrafındaki bağlarına gittiklerinde görürdü. Özellikle de üzümler toplanıp, asmalar hafifleşip, sonbaharın renklerine bürünmeye başladıklarında, sonbaharın renkleriyle yarışırcasına, sırtlarındaki rengarenk kılıflarıyla bu kuşları bağlarda görmek onun için tam bir şölendi.

Arı kuşlarını kendi telaşlarıyla bırakıp, asırlık zeytin ağaçlarının toprağın yüzünde kalın atar damarlar gibi olan köklerinin yüzünde file oluşturmuş köklerinin üstünde yürümeye başladı. Kökler o kadar geniş bir alanı kaplıyordu ki, toprağın kızıllığını tamamen kapatmışlardı. Birden niye burada olduğunu hatırladı. Telaşla arkasına baktı ama gözlerinin gördüğü, toprağın üstündeki kalın atardamarlar ve sonsuzluğa uzanan asırlık zeytin ağaçlarıydı. Şimdi önünde açılan ise zeytin ağaçlarının köklerinin uzandığı bir mağara ağzıydı. İçinde büyüyen merak karşı koyamayacağı kadar güçlüydü. İradesine rağmen ayakları kuyunun ağzına doğru yürüdü. Ağız nefes alacakmış gibi açıldı ve derin bir iç çekti ve içine çektiği nefesin oluşturduğu rüzgarla birlikte mağaranın önünde yeni bir sürece adım atmak üzere bekleyen küçük kızda dahil her şeyi yutuverdi.

Arkasından gelen kulakları patlatan bir gürültüydü. Devasa boyutta sondaj makinaları, doğayı tamamen esir almış, asırlar boyu nehirleri, asırlık ağaçları, antik çağlardan beri var olan Alaşehir deltasının üzüm bağlarını ve bütün bunlar için kendisine sonsuz kere minnettar olan canlıları yaratan kırmızı toprağın ciğerlerini söküyorlardı. Makinalar öyle derine gelmişti ki killi toprak püskürdü, içinde büyüttüğü her şey fokur fokur kaynayan su olup gökyüzüne fışkırdı. Su buharıyla yeniden toprağa indi ve değdiği her yeri kasıp kavurdu. Antik üzüm bağları gazele döndü, rengarenk kuşların kavrulmuş vücutları pat pat toprağa dökülmeye başladı. Elif nerede olduğunu bilmiyordu ama, hissettiği öyle bir acıydı ki bulunduğu yerde küçülüp minicik bir top haline geldi. 'Ahh bu bir rüya, bu bir rüya' diye geçirdi içinden, 'değiştirebilirim her şeyi.' Gözlerini açtığında, halen top gibi kendine kıvrılmıştı. Yavaşça ellerini ayaklarını uzattı. Başını çevirdiğinde kör kuyunun tam yanı başında sessiz sedasız halen var olduğunu gördü. Birden ayağa fırladı. Olabildiğince çabuk geri dönmeliydi. O bilge kadınların öngöremediği, kilden yarattıkları hayatın son bulacağıydı. Haber vermeliydi. Bir şeyler yapılmalıydı. Tüm gücünü cılız bacaklarına vererek geriye bilge kadınların hayatlarına doğru durmaksızın ama onlara hiç ulaşamadan koşmaya başladı.

Yazarın Diğer Yazıları

Freya'nın hikâyesi

Yogayı öğrenmek için Hindistan'ın güneyinde Tamil Nadu bölgesinde bir ay kalmıştı birkaç yıl önce. Tapınaklar şehri olarak bilinen Madurai şehrinin dış eteklerine kurulmuş, kalabalık bir maymun ailesinin de ikamet ettiği bir Hindu Tapınağı'nda öğrenmişti yoga'nın inceliklerini

Terk edilmenin ölümcül ağırlığı

Ne yazık ki başka bir dünya var mıydı, onu bile bilmiyordu. Bildiği sadece içinde bulundukları durumun biçareliğiydi. O yüzden olsa gerek, bir gün kafesin dışından kendilerini seyredenlerden bir çift elin uzanıp onu o kıvrıldığı çaresizlikten koparıp aldığında ve montun içindeki vücudun sıcaklığını hissettiğinde anlamıştı başka bir dünyanın varlığını

Farah'nın global bir dünyada çalışma hüsranı

Farah, trafiğin vızıl vızıl aktığı Şangay'ın en yoğun yollarından birinin yanı başında şimdiden köhneleşmeye yüz tutmuş, bir gökdelende, fare deliği diye tanımlanabilecek apartmanındaki tek pencerenin önünde durup bir an dışarıda akan trafiğe odakladı gözlerini...

"
"