Tahta bir iskemlenin üstünde, ressamın çizmek istediği bir resme modelmiş gibi oturuyordu. İnce narin, vücudunda bir dirhem yağ olmayan altmış, yetmiş yaşlarında bir kadındı. Yaş sebze meyve pazarının çıkış kapısının yan tarafında, akşam durmaksızın yağmış olan yağmurdan iyice çamura bulanmış yaya yolunun ortasında, yanıbaşından gelip geçen ve haftanın kendilerine ayırdıkları tek gününde, alışveriş telaşı içindeki ahaliden tamamen bihaberdi. Yüzü, yaşlılıktan ziyade hayatın keskin çizgileriyle kaplıydı. Saçlarını, bulunduğu ortama alışılmadık bir şekilde, rengarenk olan bir başörtüyle sarmalamış, ensesinin altından bağlamış, ve baş örtüsünün uçlarını omuzlarından aşağıya doğru sarkıtmıştı. Saçlarını bu şekilde bağlaması yüzünü bir porselen gibi ortaya çıkarmıştı. Gözleri, birkaç genç adamın ve kadının çalıştığı küçücük dükkana odaklanmıştı. Dükkanın tam önündeki ağaca bir çengelle tutturulmuş, ölü bir kuzu asılıydı. Dükkanın içindeki gençler o gün için yapacakları şiş kebap ızgarasının ateşini yakmakla meşguldüler. Bu dükkanın ön tarafındaki tezgahında, komşu dükkanın tezgahındaki, Çinlilerin ölülerini anmak için yaktıkları, rengarenk tütsüler ve yaldızlı paralara tezat, tepsi boyutunda bazlamalar ve etli ekmekler sıra sıra dizilmişti.
Yaşlı kadın, dükkandaki günün hazırlıklarını tek tek dikkatlice kaydediyor gibiydi. Dükkanda çalışanlar yaşlı kadının çocukları olmalıydı, ona benzerliklerine bakılırsa. Dükkandaki gençlerden biri müşterileri toplamak için müziği açtı. Birdenbire havanın gri rengini değiştiren, bir tını dağıldı sokağa. Sokaktan ellerinde plastik torbaları, sebze ve meyvelerle dolu kadınlar ve adamlar, büyüklerin eteklerine yapışmış olan çocuklar, yoldan hızla geçen motosikletliler, hep birlikte bir an başlarını küçücük et dükkanına döndürdüler.
Müziğin mi yoksa orada sanki sonsuza kadar oturacakmış gibi duran şu olağanüstü kadının tılsımı mıydı onları o küçücük dükkana çeken, kalabalığın içindeki yabancı bilemedi. Müzik kendisini birkaç aydır bulunduğu ortama uzaydan düşmüş gibi hisseden yabancının, dükkanın önünde oturan ve koruyucu tılsımlarını dükkanın içindeki çocuklarına gönderen kadının dışında, duygularının farkına vardığı ikinci şeydi. Eğer Çin'in Şangay şehrinde olmamış olsaydı, ya da gözlerini kapamış olsaydı, Türkiye'de herhangi bir şehrin arka sokaklarında, bir seyyar satıcının tezgahından yükselen popüler bir şarkı olduğunu düşünecekti. Müziğin tınısı, Çin'in kendi geleneksel müziğinden daha kıvrak olmasına ve dinleyenin saklı enerjisini salıverip, hiç kimseyi umursamadan ortaya atlayıp, döne döne dans etme isteğini ortaya çıkartmasına rağmen, kalabalıktan birerli, ikişerli gruplar, ketum bir sessizlik içinde dükkanın önünde birikmeye başlamıştı. Dükkanın içindeki ızgarada pişen etin kokusu, havanın gri ağırlığına karıştı. Bir süre sonra ilk gelenler ellerinde uzun çubuklara geçirilmiş kebapları yiyerek, dükkandan uzaklaştılar ve onların yerini diğerleri aldı.
Kalabalığın içindeki yabancı, müziğin hafifleştirdiği ayaklarının üstünde, yarı dans ederek yarı sek sek oynayarak, yaşlı kadının dikkatli bakışları altında tezgahdaki genç adama yaklaştı. 'Müzik, müzik güzel.. Sincan müziği değil mi?' diye sordu, yeni öğrenmeye başladığı Çincesiyle. Genç adam bir an kapkara bakışlarıyla onu süzdü, sonra tahta iskemlede oturan yaşlı kadından onay beklermiş gibi, başını çevirdi. 'Kuzeyden' dedi, tartılı ve yavaş bir sesle, 'Sincan' yerine. 'Ben Türkiye'denim' dedi yabancı, şen şakrak içinde paylaşacak bir değer bulmanın heyecanıyla. Diğeri 'Ben Çin'denim' dedi, kelimelerin üstüne basarak. Sonra ikisi de söyledikleri gerçek değil de şakaymış gibi güldüler. Yabancı pes etmeyecekti. 'Türkçe biliyor musunuz?' diye sordu bu kez kendi ana dilini kullanarak. Diğeri cevap vermek yerine başını salladı. Sandalyede bir heykelmişçesine oturan kadın, hem genç adamın hem de yabancının beklemediği bir çeviklikle, yanlarına geldi. Gözlerinde bir hırçınlık, genç adama ders verir gibi kısa cümlelerle konuşmaya başladı. Genç adam sanki bir suç işlemiş bir çocuk gibi başını eğmiş, önündeki tezgahın üstündeki, kırmızı etleri doğramaya başlamıştı. Kadının hızlı hızlı konuşmasından ve tavırlarından, genç adama 'yabancıyla konuşacağına, işini yap, müşterilerine bak' ya da 'şüpheli insanlarla konuşmamasını, belki de başına daha önce gelenlerin yeniden gelebileceğini' söylediğini tahmin edebiliyordu. Hem yaşlı kadını daha fazla endişelendirmemek hem de arkasında çöp şiş almak için birikmiş olan kalabalığı bekletmemek için 'shie shie' deyip ayrıldı.
Şangay'ın kuzeyini şimdilik mesken edinmiş olan Uygur Türklerinden olan bu ailenin, kağıt üstünde özerk olarak geçen ama milyonlarca kadın ve erkeğin toplama kamplarında tutulduğu, tutulmayanların ise evlerinde 'kardeşlik misafirliği' adı altında Çinli milliyetçi gönüllülerle zorla gözetim altında bulunduruldukları ve tamamen bu gönüllülerin insiyatifinde her an tutuklanıp toplama kamplarına gönderilecekleri korkusuyla yaşadıkları ya da Sincan'da dünyanın en ünlü tekstil firmalarının pamuklu kumaşlarını sağlayan, uçsuz bucaksız pamuk tarlalarında köleliğe mazur bırakıldıkları Sincan'ın halkından daha şanslı ya da daha bedbaht olduğunu anlayabilir miydi ki?
Çin 2014 yılında bir tren istasyonunda çıkan ve 31 kişinin ölümüne yol açan isyanlardan sonra, İslami terörizmi sınırlarından söküp çıkarma ve Sincan'ın teröre eğilimli kadın ve erkeklerini topluma yeniden kazandırma ve Çin hükümetine sadık yurttaşlar yapma girişimiyle başlattığı 'yeniden eğitim kampları' ya da 'zorla beyin yıkama kampları'na, şimdi renksiz neşesiz Çin devletinin içinde, yemekleriyle, dilleriyle, müzikleriyle her şeye rağmen hayatta kalmaya direnen Sincan bölgesini sökülmesi gereken bir ayrık otu gibi görüyor ve aynen geri kalan Çin halkını yıllardır tüm kültürel değerlerinden sıyırıp yalnızlaştırıp, ticari ve kamu örgütlerine ivmeli üniteler yaptığı gibi, Uygur halkını da akla hayale sığmayacak fiziki ve psikolojik manipülasyonlara maruz tutuyor.
Uluslararası bağımsız Newlines örgütünün, yayınladığı bir rapora göre, Çin hükümeti Birleşmiş Milletler'in soykırım yasasının altındaki tüm maddeleri, Sincan halkına maruz bıraktığı uygulamalarla ihlal ediyor.
Çin hükümetinin, Uygur evlerine gönderdikleri hükümete sadık gönüllülerinin insiyatifine göre, ev halkından birinin kendi dilini konuşması, 'inşallah ya da Allah' terimlerini ağızlarından kaçırmaları, yer sofrasında yemek yemeleri, ya da kendi geleneksel kıyafetlerini giymeleri toplama kamplarına gönderilmelere sebep oluyor. Çin hükümeti Uygur halkının kimliğini tamamen yok etmede o kadar azimli ki, toplama kamplarının yöneticilerine 'kimseye acıma gösterme yoksa aynı şeyler senin de başına gelecek' diyecek kadar ileri gidebiliyor. Çin, yıkıp, yok edip yeniden yaratma politikasını, doğaya uyguladığı gibi, etnik kimliği binlerce yıla dayanan bir insan yığınına da uyguluyor. Sincan'da bir parti yöneticisinin ' girilmedik ev, çevrilmedik gizli bir taş bırakmayın', sloganındaki gibi, sokak sokak, ev ev, tüm ahali, ne zaman geri geleceklerini bilemedikleri ya da nasıl bir muameleye mahzur kalacakları meçhul olan bu karanlık dehlizlere doğru yola çıkıyorlar. Çin hükümeti Uygur kadınlarını, genç, yaşlı gözetmeksizin zorla kısırlaştırıp, sosyal medyada, 'artık Uygur kadınları bebek makinası olmayacaklar' diyerek, başarısıyla övünebiliyor. Kendi seçtikleri gazetecileri bu kamplardan bazılarına götürüp, şarkı söyleyen, dans eden Uygur mahkumlarını gösterip 'bakın ne kadar mutlular' diyebiliyorlar.
Geçen yıl hükümetin kendi raporuna göre, Sincan bölgesinden hükümetin bursuyla Çin'in batı bölgesindeki üniversitelerde okuyan parlak Uygur öğrenciler, ara yıl tatilinde evlerine geldiklerinde, annelerinin babalarının bilinmeyen yerlere, kardeşlerinin ise yetim yurtlarına gönderildiğini gördüklerinde şoka uğramışlar. Hükümet bu öğrenciler için soru cevap şeklinde bir kılavuz hazırlamış.Kılavuzda 'Annem, babam nerede?' sorusuna 'Hükümet tarafından kurulmuş olan eğitim okullarında' karşılığı verilmiş. Eğer öğrenciler sorularında ısrarcı olurlarsa 'Ailelerinin, suçlu olmadıkları ama kendi istekleriyle bu okullardan ayrılamayacakları, ve eğitimlerinin bitmesine de sadece ve sadece iyi davranışlarının belirli olacağı' yazılmış. Arkasından da gözdağı verircesine 'Eminiz ki onları destekleyeceksiniz, bu hem onların hem de sizin iyiliğiniz için' tavsiyesinde bulunmuşlar.
Yabancıyı haftalar sonra yeniden ayakları yaş sebze ve meyve pazarına götürdü. Uzun kış günlerinden sonra, güneş yüzünü göstermiş, yol kenarındaki gencecik kiraz ağaçları çiçeğe bürünmüşlerdi. Sokak, Şangay'ın diğer bölgelerinden kiraz çiçeklerini görmeye gelen ziyaretçilerle birlikte daha da kalabalıklaşmıştı. Çinlilerin ölülerine adak adamak için, tütsüler ve yaldızlı paralar aldıkları dükkanın önüne geldiğinde, daha önce fark ettiği şeylerin orada olmadığını gördü. Ne renkli baş örtüsüyle ve keskin çizgili güzel yüzüyle, yaşlı kadın, ne de duyanların başlarını bir an çevirdikleri müzik vardı. Dükkan ise demir bir perdeyle kapatılmış kapısına da asma bir kilit vurulmuştu. Sincan'da Uygur halkına olanları Çin halkının nasıl yorumladıkları konusunda zerre kadar fikri yoktu. Acaba Uygur halkına neler olduğunu biliyorlar mıydı? Ya da Çin devletinin Uygur öğrencilere açıkladıkları gibi onlarda milyonlarca kadın ve erkek Sincan halkının, bu toplama kamplarından, eğer çıkabilirlerse, kendi kültürlerini tamamen reddetmiş, halim selim üniteler olacaklarına mı inanıyorlardı?
Yaldızlı adaklar satan dükkanda çalışan, ara sıra pazara geldiğinde, selamlaşıp konuştuğu kadına, Wechat'in yardımıyla yandaki dükkanın niye kapalı olduğunu sordu. Kadın ellerini sallayarak uzaklara gittiklerini söyledi. Ah, diye geçirdi içinden tüm okudukları gerçekti. Diğeri, yüzünün gölgelendiğini görmüştü. Güldü, ellerini karnının üstüne koydu, 'Bebek' dedi. Memlekette aileye yeni bir bebek gelmişti ve o yüzden de, tüm aile gitmişti memleketlerine. 'Ne zaman dönecekler?' diye sordu, 'Bilmem' dedi kadın omuzlarını silkerek, 'belki bebek büyüdüğü zaman...' Kadının söylediklerinin gerçek olmasını tüm ruhuyla diledi. Gözlerinin gördüğü ise Han Çinlilerinin arasında, kendine has kültürüyle tutunmaya çalışan bir ailenin sırra kadem bastığıydı.