25 Ekim 2020

Hayali bir kitap satıcısının aşk sanrısı

Ah bilinmez zamanların içinde bir zamanda, bir an kadar kısa süren hayali bir aşk sanrısının ardından sırra kadem basan, o yegane esrarengiz kitaphaneyi ararken kendisi de bir hayalete dönüşmüştü

Yüzbinlerce tozlu kitabın arasında kaybolduğu zamanlardı, ama zaman ne idi bilmezdi. Çocuktu henüz büyümemişti. Elinin değdiği, bazen sayfalarını açıp birkaç satır okuduğu bazen de, bitirene kadar gözlerini kapamadığı her kitapla aklı ve yüreği de ya asırlar öncesinde kaybolur, ya da gizemli ormanların yaratıklarıyla dans eder bazen de bir şiirin içinde eriyip giderdi. Sevgilisi kitaplardı, ya da kitaplarda okuduğu yaşamlardı. Her kitabı okuyup, sayfasını kapattığında sevgiliye de istemeyerek veda ederdi, yüreği acırdı acımasına ama başka bir kitabı açtığında yeni bir sevgili bulacağından emindi. Bazen tarihi bilinmez çağlarda şahidi olduğu hayatlara, sonu olmayan ve sadece kitaplarla donatılmış birbirine paralel yolların akıp gittiği ve bazen de birbirinin içinden geçip yeni bilinmez yollara açıldığı bu esrarengiz kitaphanede rast geldiği kitapları okurken hatırlardı. Eski bir dostu bulmanın rahatsızlığı ve bulanıklığıyla 'hoş geldin' derdi bu karşılaşmalara. Parmakları kitap tozlarıyla katmerlenmiş, bilinmeyen dünyalara açılan esrarengiz yollarda dolanıp duran serseri ama mutlu bir divaneydi. Zaman öyle hızla akıp geçmişti ki bu girdaba nasıl girdiğini unutmuştu. Zamanla kendine hatırlattığı hikaye şöyle gelişiyordu. Yaşını hatırlamadığı zamanların birinde, Lidyalı hükümdarların güçlerinin zaman zaman hissedildiği Bozdağ'ın eteklerindeki , kızıl kilden yapılmış evlerinin bir odasının köşesinde kazara bulduğu gömme bir dolabın kapağını meraktan açıvermiş ve açar açmaz bir güç kendisini dolabın içine doğru çekmişti. Gerisi ise bilinmez yollara açılan bir yolculuktu.

O bu girdabın içinde dönüp durarken, ne okuyacağını bilen, ya da hemen o anda karar verip istediklerini seçenler gelip ve giderlerdi bu esrarengiz kitaphaneye. Arada bir iki çift laf da ederlerdi bu mutlu divaneyle. 'Ah şu kitap gelmiş miydi? Daha yenilerde basılmış ve hemen bitmişti. Daha bu koskoca kitaphaneye gelmemiş miydi? Falan filan...' Yaşadıkları farklı bir hayattı. Onun gibi kaybolmak istemediklerinden yollara birkaç adım atıp sonrasında onları bekleyen hayatlara hemen geri dönerlerdi. O ise ziyaretçilerin gelişleriyle ara verdiği yolcuğuna devam etmek için ayaklarını sabırsızlıkla tap tap yere vurarak, o ya da bu kitabı tavsiye ederdi gelenlere.

Kitapların dünyasında sonsuz kez dolaştığı zamanlardan birinde rast geldi ona. Labirent yolların kesiştiği bir köşeden uzun kuyruklu bir cennet kuşu gibi süzülüvermişti. Daha sonrasında gökyüzüne doğru uzayan kitap raflarının bir köşesine tünemiş kitapların içine sıkıştırılmış hayatları bilge bakışlarıyla gözden geçiren kapkara bir kargaydı. Başta okuduğu kitaplardan fırlayıp çıkmış bir hayal olduğunu düşündü. Başka bir zamanda dalgın dalgın yürüyen bir gölgeydi. Nasıl gelmişti ne zaman gelmişti niye farkına varmamıştı aklından bir sürü soru aynı anda geçti. Yoksa ziyaretçilerden biriydi de uzun yollardan birine girmiş sonra da yolunu mu kaybetmişti? Halinde hiç de istenmeyen bir kaybolmuşluk yoktu. Kendisinin farkında mıydı? Belki de Herodot'un tarih kitabındaki Fenikeli denizcilerden biriydi ve Marsilya'yı keşfettikten sonra denizde çıkan bir fırtınada kaybolmuş bu labirent adada yeniden ortaya çıkmıştı. Kitapların içinden çıkıp gelen hayatların, bu sonsuz labirent yollarda, kendi hükümlerini sürdürdüklerinin pekala bilincindeydi. Onu buraya gönüllü hapseden bu hayatlardı. Öyleyse bir süre sonra kaybolup gidecekti bu hayalet denizci. Kaybolmadı. Bir süre sonra daha da belirginleşti. Teni güneş yanığıydı, saçları akdenizin tuzundan ve rüzgardan dövülmüş olsa gerek karmakarışıktı. Karşılaştıkları yerlerde denizcinin bakışlarını üstünde hissedipte dönüp baktığında, bakışların kendisinin de çok ötelerinde başka yerlere odaklandığını fark etmişti. Kendisi gibi amaçsız değildi, demekki. Gidecekti, belliydi.

Kendisinin dışındaki bu varlığın ya da denizcinin bir belirip bir kaybolduğu zamanlarda, parmak uçlarına değen bir şiir kitabıyla ürperdi. Yıllarca önce karşılaştığı bir kitaptı. Herodot tarihi ya da aşkı ve savaşı betimleyen en eski metinlerden biri olan Hint mitolojisi Mahabbata kadar eski değildi belki, ama yine de insanın en karmaşık duygularından biri olan ve zaman zaman teslim olduğu aşkı ve öldürmeyi, onun arkasından gelen cezayı ve ızdırabı epik bir şiirle mükemmel bir şekilde betimliyordu. Okur okumaz bu destanın bazı dizeleri mıhlanmıştı hafızasına. 'Ama gene de herkes sevdiğini öldürür, Bu böylece biline, Kimi bunu yüklü bakışlarıyla, kimi de okşayıcı sözlerle, Korkak bir öpücükle, Yüreklisi kılıçla, bir kılıçla öldürür...'

Şiirin başka bir dizesini gözleri kapalı okuyabilirdi 'Ben hiç görmedim böyle, böyle bakan bir adam, Böyle dalmış gözleri, Küçük mavi bir örtüye, Zindanda mahkumların gökyüzü dedikleri, O salma salma süzülen bulutlara, Ki gümüş yelkenleri...'

Parmakları, bu uzun şiirin üstünde yeniden gezinirken, yanı başında bitiverdi denizci, karga ya da hayalet. Öylesine yakındı ki ona neredeyse nefesleri birbirine karışacaktı. Nefes alıp verdiğinden emin değildi oysa. Diğeri aklından geçenleri anlamış gibi, kitabın sayfalarında dolaşmayan elini tuttu ve kalbinin üstüne koydu. Bunu öylesine dalgınlıkla ve mükemmel bir biçimde yapmıştı ki birden Fenikeli denizci değil de içinde olduğu gerçeklikten kendini soyutlamayı öğrenmiş, Mahabbata'daki Arjuna olduğunu sandı. Savaş alanında en yakınındakilerin ölümünü görüp çaresizlik içinde dizini döven Arjuna gitmiş yerine bazen hiç unutmayan belleğiyle fil tanrısı olan Krişna'nın uzun telkinleriyle kendini zulümden, ölümden ve aşktan yani tüm duygulardan soyutlamayı öğrenmiş olan bilge Arjuna gelmişti. Yüzündeki sakinliğe tezat, elini koyduğu kalbinde fırtınalar esiyor, dalgalar deliriyordu. Çaresi yoktu atacaktı kendisini o dalgalara. Elinin altındaki kitabın yavaşça çekilip gittiğini hissetmedi bile.

Sonrası bir an kadar kısa asırlar kadar uzundu. Uyanmak istemediği bir rüyanın içerisindeydi. Tenleri ve terleri karışmış mıydı meçhuldü. Aşikar olan ise labirentteki bu davetsiz yabancının kalp atışlarının onun varlığını teslim aldığı yetmezmiş gibi tüm koridorları, rafları ve kitapları zangır zangır titretmesiydi. Kitaplar sonbahardaki ağaçların yaprakları gibi sararıp solmaya başlamışlar, kendilerine gösterilmeyen ilgiden yavaş yavaş raflardan dökülmeye başlamışlardı. Önceleri labirent yollardaki bitmez yolculuğu kitapların içindeki hayatlara uzanırken, şimdi aklını ve kalbini varlığından söküp alan ve meçhul yollarda istediği zaman kaybolup giden bazen de ansızın karşısına çıkıveren bir yabancıyı beyhude bir şekilde beklemekle ya da aramakla geçiyordu. Aradığı ise kitaplardan fırlayıp çıkmış hayaletlerin içinde bir hayaletti. Önceleri kitapların içindeki dünyalara vurgunken, şimdi kalbinin gürültüsü dışında bir yaşam belirtisi göstermeyen bir varlığa tutulmuştu.

O biçare bir halde bir an belirip varlığının her noktasına ulaşan ve bir an sonra kaybolan hayaletin anısıyla yanıp tutuşup her kitap rafında yabancının geride bıraktığı akdenizin mitolojik kokusunu ararken, her biri koskocaman yaşamları içinde barındıran kitapların bakımsızlıktan ve ilgisizlikten sararıp solduklarını fark etmedi bile. Kitap rafları kumdan kaleler gibi yıkılmaya başladı. Labirent yolların içinde bir bir kuş hafifliğiyle süzülen ayakları şimdi kitap cesetlerinin içinde ağırlaşmış yalpalayarak yürümeye başlamıştı. Önceleri ellerini iki açtığında kendini yerden kaldırıveren daracık labirent yolların yerinde şimdi sonsuz bir boşluk vardı. Kıpkızıl bir güneşin sadece derisini kavurup yakmasıyla değil ama gözlerinin içinde patlamasıyla, yaptığı en büyük yanlışı gördü. Kıpkızıl bir çölün ortasındaydı. Ne labirent yollar, ne kitaplar ne kitaphane vardı. İnsanın işlediği en eski günahı işlemişti. Sevgiyi bölüşürken ya da bölüştürürken ne olduysa olmuş bencilce sadece kendisinin yarattığı tek bir düşünceye aşık oluvermişti. Lanetlenmişti.

Arkasından zaman çorap söküğü gibi döküldü. Gün geldi, bir iç savaşın, elektronik aletlerdeki sosyal medya tarafından nasıl kontrol edildiğini, bazen de, binlerce kilometre uzaklıktan yönlendirilen minicik elektronik aletlerin hayatları darma duman ettiğini gördü. Ah gözlerini kapatıp, ellerini iki yana her açtığında dokunduğu o girdap yollara nasıl da dönmek isterdi. İnsanlar ellerinden hiç bırakamadıkları elektronik aletler tarafından kontrol edilir hale gelmişlerdi. Ne yedikleri, ne içtikleri, haftada kaç gün sevişmeleri gerektiği, günde kaç adım yürümeleri ve ne düşünmeleri gerektiği, her şey ama her şey o minicik aletlerinin içindeydi. Kitaplar sırra kadem basmıştı bu yeni zamanda.

Günlerden bir gün kendini, gökyüzüne doğru uzanan binlerce renksiz binaların arasında başları ellerindeki elektronik aletlerine doğru eğilmiş, ama gittikleri yerlerden emin bir şekilde yürüyen, gülümsemeleri aynı, düzgünce kesilmiş saçlarıyla, temiz ve bulundukları yere uyan kıyafetleriyle aynı makineden çıkmış izlenimi veren yaratıkların arasında buldu. Bu binaların bir tanesinin önünde karşıdan karşıya geçmek için trafik lambasının yanmasını bekliyorlardı ama kimse trafik lambasına bakmıyordu. Sanki ellerine yapışmış olan alet onları yönetiyordu. Bir tanesinin ayağı kaldırımdan aşağıya gayriihtiyari ind ve iner inmez, elindeki aletten gelen, elektrik şokuyla bağırdı. Yanındaki arkadaşı 'kurallara uymamanın cezası' dedi, hiçbir sempati göstermeden. 'Üstelik kredi de kaybettin. Kredini yeniden kazanabilmek için çok çalışman gerekecek.' Trafik ışığının yanmasıyla birlikte hep birlikte ama birbirlerine dokunmadan uyum içinde karşıya geçtiler. 'Afedersiniz, afedersiniz' diye bağırıp elini kolunu sallayıp, onlara doğru yürüdü, nerede olduğunu anlamak istiyordu. Onlar ise ona doğru ama görmeden yürüdüler, 'ohha' diye bağırdı, 'kör müsünüz, buradayım.' Elleriyle itmeye çalıştı, ama nafileydi. Üstüne doğru gelip koskocaman bir boşlukmuş gibi içine girip, geçip gittiler. Nefes nefese kalmıştı. Şaşkınlık içinde vücudunun ortasında bıraktıkları boşluğa dokundu.

Yaratıklardan biri, elindeki aletten başını kaldırmadan, yanındakine 'Şşşşh dikkatli olalım, hayalet uyarısı alıyorum, geriye dönerken dezenfekte olmamız gerekecek' diye fısıldadı. Diğeri 'Hemen otoriteleri haberdar edelim ki, bölgeyi karantina altına alıp hayaleti yok etsinler. Böylece kaybettiğim kredinin de bir kısmını geri almış olurum.' diye cevap verdi, gülümsemesini genişleterek.

O ise binlercesinin adımlarını düzenleyen trafik ışıklarının ortasında kalakaldı. Ah bilinmez zamanların içinde bir zamanda, bir an kadar kısa süren hayali bir aşk sanrısının ardından sırra kadem basan, o yegane esrarengiz kitaphaneyi ararken kendisi de bir hayalete dönüşmüştü. Öyleki ulaştığı bu son yerde hayaletlere ve hayallere de yer yoktu.

Yazarın Diğer Yazıları

Freya'nın hikâyesi

Yogayı öğrenmek için Hindistan'ın güneyinde Tamil Nadu bölgesinde bir ay kalmıştı birkaç yıl önce. Tapınaklar şehri olarak bilinen Madurai şehrinin dış eteklerine kurulmuş, kalabalık bir maymun ailesinin de ikamet ettiği bir Hindu Tapınağı'nda öğrenmişti yoga'nın inceliklerini

Terk edilmenin ölümcül ağırlığı

Ne yazık ki başka bir dünya var mıydı, onu bile bilmiyordu. Bildiği sadece içinde bulundukları durumun biçareliğiydi. O yüzden olsa gerek, bir gün kafesin dışından kendilerini seyredenlerden bir çift elin uzanıp onu o kıvrıldığı çaresizlikten koparıp aldığında ve montun içindeki vücudun sıcaklığını hissettiğinde anlamıştı başka bir dünyanın varlığını

Farah'nın global bir dünyada çalışma hüsranı

Farah, trafiğin vızıl vızıl aktığı Şangay'ın en yoğun yollarından birinin yanı başında şimdiden köhneleşmeye yüz tutmuş, bir gökdelende, fare deliği diye tanımlanabilecek apartmanındaki tek pencerenin önünde durup bir an dışarıda akan trafiğe odakladı gözlerini...