Şehir cilalanmıştı, cam gökdelenler gündüzleri karıncalar gibi oradan oraya giden düzenli kalabalıkları, her trafik lambasında kurgulanmışçasına duran arabaları ve kurgulanmışçasına karşıdan karşıya geçen insan öbeklerini, diğer binaların silüetlerini de yutarak göğün kirli gri rengini yarıp yükseliyorlardı. Bu binaların bazıları öylesine cilalanmışlardı ki, sanki içindeki dükkanlar da, pasajından gelip geçen yaşları olmayan fiyakalı kıyafetlere bürünmüş insanlar da gerçek değillerdi.
Bu gökdelenlerin arasında ezilmiş örselenmiş ayaklar altına alınmış çiçekler gibi duran bakımsız iki katlı eski evler vardı. Evlerin etrafı sanki bir utancı örter gibi alüminyum tentelerle çevrilmişti. Gökdelenlerin etrafı geniş ve refah yollarla donanmışken bu evlerin bulunduğu yollar çamur içinde ve viraneydi. Evlerin içinde oturanları merak etti. Acaba aynen o evlerin kaderine mahsus olan sakinleri mi oturuyorlardı? Onun düşüncelerinin, modern hayatın sembolü olan gökdelenlerden, alüminyum tentelerle gizlenmiş, her an buldozerlerin girip yerle bir ediverecekmiş gibi görünen kırılgan savunmasız binalara kaydığını, anlamış olan emlakçı, ‘yakında yıkılacak bu binalar’ dedi, ‘ mahallelinin yeni yerlerine taşınmasını bekliyorlar’. Yüzü buruştu, ‘aaa’ diye itiraz edecek oldu. Emlakçı yüzünün buruşmasına güldü. ‘Siz yabancılar anlamıyorsunuz’ dedi. ‘Romantik tarafından bakıyorsunuz, burada yaşayanların hemen hepsi yaşlanmış. Çocukları bile taşınmış gitmişler bu mahalleden. Ayrıca çok eskiden yapıldıkları için alt yapı, kanalizasyon sorunları da var. Onlara verilecek olan binalar yeni ve modern.’ Onunla tartışmanın boşunalığını kabullenmişlikle, ‘Ne yapılacak peki buralarda?’ diye sordu. ‘Aaa’ diye başladı emlakçı böbürlenerek, ‘ modern şehirleşmeye uygun olarak, diğer yeni binalara ahenkli sosyal tesis, alışveriş merkezi gibi bir yer yapılabilir.’ Bu defa yüzünü buruşturan emlakçı oldu, ‘yazık şunların eğretiliğine bak, uyuyor mu, şu gökyüzüne yükselen güzelim binalara?’
Emlakçı, iki katlı taş evlerin aralarında sıkışıp kaldığı ultra modern yüksek binaların fahiş fiyatlarla giden küçücük apartmanlarından birini kiralayacak, expatlardan olmadığını anlar anlamaz, ‘şehir merkezinin biraz dışına çıkmanız gerek’ dedi ‘ ama istediğiniz şeyleri oralarda bulamayacağınızı da düşünmelisiniz.’ diye de ekledi. Arkasından yeni bir av peşine takılmaya hazır bir tazı gibi uzaklaştı ondan.
Şehrin merkezinin on beş kilometre kuzeyinde bulunan, baharda kiraz çiçekleri festivaliyle ünlü Guzun parkına taşınması böylece mümkün oldu. Hayatın sadece yaşsız kadınların ve erkeklerin son moda ofis kıyafetleri içinde, kendinden emin yürüyüşleri ve elektronik chipli kartlarıyla adım attıkları bu binalardan ibaret olmadığını, daha çok ülkenin kuzeyinden gelen Çinlilerin ve onlara komşu Uygur türklerinin arasında yaşamaya başladığında anlayacaktı. Guzun parkı öyle eski bir yerleşim yeri değildi. Son yıllarda Şangay’ın ekonomik olarak zenginleşmesiyle birlikte yapılandırılmış, eskiden kuzeyden gelen göçmenlerin mesken tuttuğu ve uçsuz bucaksız tarlaların olduğu bir bölge imiş. Hükümete bağlı bir inşaat şirketi köylülerin tarlaları karşılığında, onlara, yapacakları yüksek binalarda birkaç daire vaad ederek bölgeyi inşaata ve geliştirmeye açmış. Kırmızı tuğladan yapılmış birbirinin ikizi olan çok katlı binaların önüne de, Şangay ahalisinin mart ayından nisan sonuna kadar bölgeye akın etmesini sağlayacak olan kiraz çiçekleriyle ünlü Guzun parkını yerleştirmişti. Parkın hemen içinden başlayan ve zenginlerin zevkine ve güvenliğine hitap eden bungalow tarzı evleri de yerleştirmiş içine. Guzun parkına taşındıktan birkaç hafta sonra tanıştığı arkadaşından, bu yüksek binalarda birkaç apartmanı olan şanslı ahalinin, Çin’in zorlu çalışma koşullarına boyun eğmektense, evlerinde oturup ayaklarını yorganlarına göre uzattıklarını öğrendi.
Bir sabah saat beş buçuk’taki metroya yetişmek için evden çıktığında, alacakaranlıkta bir bebek arabasının üstüne eğilmiş, arabanın içindeki iki küçük köpeğiyle ilgilenen arkadaşı Fumin’i gördüğünde şaşırmış, arkadaşı onun sormasına meydan bırakmadan ‘ ahh, ahhh, bu saatte kalkıp işe gitmek için metroya yetişmek yerine, en sevdiğim şeylere vakit harcıyorum’ demişti, küçük köpeğinin tüylerini sıvazlayarak. Birden gerçekten de kendi yaptığı şeyin, başta arkadaşının traji komik görünen halinden hem daha gülünç hem de daha acıklı olduğu anlamıştı.
Sabahın beş buçuğunda bile tıklım tıklım dolu olan ve daracık bir alana sıkıştırılmış olmanın bilinci ve rahatsızlığıyla ya trenin tavanını muhteşem bir şey görmüş gibi seyreden ya da ellerindeki akıllı telefonlarını birdenbire göğüslerini yarıp içlerine sokuverecek gibi görünen çaresiz bireylerin arasında kendine yer açmaya çalışırken, ‘İşte ben de Çin’in ekonomisinin yıldız gibi parlamasına, ömürlerini azaltması pahasına, katkıda bulunan milyonlarcasının arasında yerimi aldım’ diye düşündü. Nefesi sıkıştı, kalbi dizginlerinden koptu, kalbinin gümlemesi kulaklarında çınladı. Birden iki elini kendisine neredeyse yapışık olan insan kümesini dağıtmak ister gibi iki yana açtı. ‘ Bir dakika bir dakika, ineceğim.’ dedi elinin açtığı koridoru izleyerek. Bir daha da o güne kadar her gün dört saatini harcadığı metroya binmedi.
Mademki ekonomik göçmen olarak gelmişti, bu ülkede kalmaya devam etmek için yeni bir iş bulması gerekiyordu bulmasına ama bunu hemen düşünmenin sırası değildi. Birkaç ay önce taşındığı ama günün en büyük bölümünü yer altında gidip gelen metroda harcadığından, tanıma olanağı bulamadığı Guzun park bölgesini tanımaya harcayacaktı birkaç haftasını.
İşte böylece, fark etti o cilalı binaların tam dibinde farklı hayatların yaşandığını. Parlak, ucuz kıyafetlerin içinde boy gösteren genç kadın ve erkeklerin kendilerine ait bir odaları bile olmadığını.
Yaş sebze pazarlarının ve ölü ve diri hayvan pazarlarının satıldığı sabit pazarların, üst katlarında, dört beş kişi, penceresi bile olmayan odalarda, rahatsız uykularında sabahın olmasını bekleyip saat beş olmadan kalkıp, hiçbir sosyal güvencesi olmayan işlerini yapmak üzere yola çıktıklarını.
Arkadaşı Fumin’e göre, Şangay tam bir göç merkezi. Genç insanlar, küçük kasabalardan, şehirlerden, iş ve daha iyi bir hayat umuduyla akın akın bu mega şehre geliyorlar her gün. ‘Tabii ki, işletmeler de canlarını bile satın alıyorlar zavallıların’ demişti Fumin. ‘Peki, Çin hükümetinin çalışanların haklarını koruduğunu okumuştum’ diye cevapladı arkadaşını. Fumin, elindeki telefonu önce kapattı, sonra da kulağına fısıldadı.‘ Ooo, kağıt üstünde evet. Ama işyerleri hemen hemen tüm çalışanları free lance olarak işe alıyor. Bu da belli bir performansın üstünde çalışman ve yaptığın işten komisyon alman demek oluyor. Performansı belirleyen de işyeri oluyor. Yani ülkenin tüm asıl iş gücü olan milyonlarca genç insan hiçbir güvencesi olmayan ‘freelance’ şartlarında çalışıyor. Yani fabrikalarda, atölyelerde 16 saat insanlar freelance olarak çalışıyor. Ama kağıt üstünde her şey halk ve ekonomi için ve herşey uyum içinde. Aynen benim gibi verimli bir yaştayken, çalışmamayı seçen öyle çok insan var ki...’ Fumin Çin’in ekonomisinin balon gibi şişmesine neden olan inşaat sektöründen, tek çocuk olmasının da getirisiyle birazcıkta olsa yararlanmış olan biriydi. Annesi ve babası ölmüş, onlardan kalan paranın bir kısmıyla Guzun parkında küçük bir apartman almıştı. ‘Çin’de daimi olarak insanların emlak sahibi olamadıklarını okumuştum’ demişti soru niyetine. ‘Doğru’ diye cevapladı Fumin. ‘ 70 yıllığına kullanım hakkını alıyoruz, ama sonrasında, yine oturum önceliğimiz var, ama kaçımız yetmişinden sonra yaşayabiliyoruz ki’ demişti gülerek.
Gün sabahın ilk ışıklarıyla her zamanki telaşına geri dönmüştü. Guzun parkının büyük bir bölgesini yok eden ve şehrin kuzeyini, Şangay’ın en yoğun tren istasyonu Hancou istasyonunu başlayacak olan metro inşaatından gelen homurtular, çalışanları oraya buraya taşıyan trafiğin gürültüsüne karışmıştı. Fumin’i parkın yanından geçen nehrin kıyısında buldu. Bir banka oturmuş, birbirlerinin peşinden koşturan köpeklerini hoşnutlukla izliyordu. Onun geri döndüğünü görünce kaygılandı. Kötü bir şey mi olmuştu? Hasta mıydı? ‘Bir daha metroya binmeyeceğim’ dedi kendinden emin bir tavırla. ‘ O zaman parka gidelim. Bugün kiraz festivali için yüzlerce ağaç getiriyorlar parka. Hem de sabahın bu saatinde bekçilere görünmeden girebiliriz. Yoksa giriş parası ödemek zorunda kalacağız.’ dedi Fumin mutlu yaramaz bir kız çocuğunun sesiyle.
Nehrin karşısına geçip, yine de görünmemek için temkini elden bırakmayarak parka girdiler.Parka girer girmez inşaatların ve trafiğin sesi birdenbire sustu. Yerine, şafakta yemek derdine düşmüş olan kuşların cıvıltısı aldı. Çimentodan yapılmış dev dinazorların bulunduğu bahçede kuytu bir köşe bulup, gizli bir operasyunu gerçekleştiriyormuş gibi görünen bir grup çalışanın, yetişkin ağaçları kocaman bir kamyondan itinayla indirmesini izlediler. ‘Nereden getiriyorlar bu ağaçları?’ diye sordu arkadaşına. ‘Bilmem ki ‘diye cevapladı Fumin, ‘ her yıl kiraz çiçekleri festivali başlamadan yüzlerce ağaç getirip, kuruyan, pörsüyenlerin yerine bunları dikerler ve arkasından, binlerce insan bu muhteşem kiraz çiçeklerini görmeye gelirler...’ Fumin elini gri gökyüzüne kaldırdı ‘yoksa ağaçlar uzun yaşamıyor buralarda...’ Hayatını ağaçlara adamış olan bir Alman ormancı Peter Wohlleben’in yazdığı ‘Ağaçların Gizli Hayatları’ adlı kitabı anımsadı. Peter Wohlleben’e göre yeterki sadece bakmayı, görmeyi, işitmeyi ve hissetmeyi gerçekten bilelim, ağaçların sınırsız dünyasına dokunup, onların duygularını, korkularını ve birbirleriyle ieletişimlerini anlamamız mümkündü. İnsanların ömrü doksan yıla bile varmazken, yüz yaşında olan bir ağaç sadece genç bir fidandı ve rahatsız edilmedikleri sürece, İsveç ormanlarındaki 9500 yıl yaşındaki bir ladin ağacı kadar olmasa bile yüzlerce yıl yaşamaları çok olağan bir şeydi.
‘Öyleyse bu ne pervasız kör bir cürettir ki, onları kök saldıkları topraktan, kanata kanata kökleyip, başka bir yerde belki de iklimi bile uygun olmayan bir yerde yeniden toprağa gömmek’ dedi içindeki ses.
Fumin onun aklından geçenleri anlamıştı. ‘ Eh’ dedi biz de şu ağaçlar gibi sökülüp sökülüp, sürükleniyoruz bir yerlere. Sonra, kanaya kanaya alışmaya, çalışırken, bir bakmışız kuruyup gitmişiz yer yüzünden...’