Büyücü hekimle karşılaşmam baygın egzotik kokuların atmosferi sarıp sarmaladığı bir öğle sonrası oldu. Borneo'nun taşra kasabalarından Kota Marudu'ya bir proje çalışması için iki gün önce gelmiş yanımda arkadaşlarımla birlikte kasabanın pazar yerini keşfe çıkmıştık. Önüne bir sofra bezini sermiş, üstüne de hayvan mı yoksa bitki mi oldukları belirsiz meçhul şeyleri dizmişti. İlk fark ettiğim bir kavanozun içinde bir sıvının içine konulmuş yılan oldu. Diğer kavanozda kocaman bir kertenkele vardı. Büyüklü küçüklü sıralanmış kahverengili kırmızılı ağaç parçaları önündeydi. Küçük küçük poşetlerin içine beyaz tozlar koymuştu. Her bir poşetin üstünde ne için kullanılması gerektiği yazıyordu. Poşetlerin yanında mükemmel bir şekilde sıralanmış yeşil yapraklar vardı.
Bizim tüm bunlara merakla baktığımızı görünce 'Hello my friends' diyerek yanına çağırdı. Kısa boylu, atletik yapılı, elli-elli beş yaşlarındaydı. Adı Zayrod'du. Uzun saçları, dudaklarının kenarından sarkan bıyıklarıyla, kendisini burada toz toprakla sarmalanmış ve esrarengiz karışımların içinde görmesem, kolaylıkla bir pop yıldızı olarak düşünebileceğim biriydi. Anlatmasına göre her derde deva olacak şeyler önünde serili sofra bezinin üstündeydi. Nereden biliyordu her derde şifa olacak şeyleri? Göz kırptı. Şifanın, büyünün içine doğmuştu.
Annesi bu kasabanın en yaygın etnik grubundan olan Kadazan-Dusun halkının lideri ve büyü doktoruymuş. Kadazan halkının inancına göre ancak tabiatın gizemini bilen; hastalıklara, yoksulluklara, mutsuzluklara şifa bulmak için tabiatın gücünü kullanabilen kişiler lider olabilirmiş. Annesi bildiği ne varsa ona öğretmeye çalışmış ama şimdi zaman değişmiş.
Şifacı tek tek her birimizin yüzüne baktı. 'bugünlerde tabiatın bize bağışladığı bu mesleği yapabilmek zor zor', dedi içini çekerek. 'Siz Batılılar biz Borneo'luları ormanın içinde yaşıyoruz sanırsınız değil mi?' diye sordu. Bu soruya evet mi hayır mı diyeceğimizi bilemedik. Neyseki o bizim şaşkınlığımızdan yararlanarak devam etti 'tabiatımızın en yaşlı ağaçları kıyıma uğrarken, gücünü bu ağaçlardan alan benim gibi şifacılar da manevi gücünü kaybedip yok olup gidiyor.' Öfkeyle yanımdaki üç arkadaşıma baktı. Ten rengim onunkiyle aynı olduğundan beni kendilerinden saymıştı. 'Ormanlarımızı yok edenlerin başında gelen firmaların ilki kuzey Borneo firması'ydı yıllar önce. Britanya'dan gelmişler... Peh peh peh...' diyerek güldü. 'İlk önce onlar sonra diğerleri, ehh şimdi de Maleyler derken ada'nın içine sıçıp bu hale getirdiler'.
Bizim kendisiyle politika konuşmayacağımızı sezerek konuyu değiştirdi 'Nasıl yardımcı olabilirim size?' diye sordu. Guy, fazla sigara içtiğinden yakındı, sigaranın yerine geçecek ama onun gibi zarar vermeyecek doğal bir şey var mıydı? 'Oooo, çok...' dedi şifacı. Nick'in ilgisini çeken beyaz tozları gösterdi ama çok kuvvetli olduğunu da ekledi. Uzun ince çubukları önerdi. Aynen sigara gibi yakıp dumanını içine çekmek gerekiyormuş. Hem de kaygıları azaltıp mutluluk veren bir etkisi varmış. Nick marihuana olabileceği umuduyla, bir paket beyaz toz ve yeşil yapraklardan aldı. Guy ve ben sanat eseri gibi görünen uzun çubukların cazibesine dayanamadık. Şifacı, aldıklarımızı bir taraftan sarıp, elimize tutuştururken, kulağımıza fısıldar gibi 'yarın evimde özel bir ayin yapıyorum, gelmek isterseniz saat yedi de kapımı çalın' dedi. Guy heyecanla 'eviniz nerede?' diye sordu. İş arkadaşı July, endişeyle Guy'a bakıp 'yeni geldik, kendimize ev bulmamız gerek...' gibisinden bir şeyler mırıldandı. Adam July'i duymuştu. 'Ayinde size nerelerde ev bakmanız gerektiğini de söyleyebilirim' dedi. Bu iyi fikirdi. 'Geliyoruz' dedik her bir ağızdan. Pantolonunun cebinden Iphone telefonunu çıkarıp numaralarımızı kaydetti.
Ertesi akşam otelimizden çıkıp, sokak lambası olmayan karanlık sokaklarda, körü körüne yarım saat araba kullandıktan sonra tam geri dönmek üzereyken July gong sesleri duyduğunu söyledi. Hep birlikte karanlıkta iyice çığırtkanlaşan kurbağa seslerinin arasından gelen gong seslerine kulak kabarttık. 'Bu taraftan bir evden geliyor' dedi Nick. Dün akşam şifacının verdiği tozları kullanmış üstüne rahat bir uyku uyumuştu. Bu akşamki yolculuğunun arkasındaki gizli sebep, beyaz tozların mucizevi etkisiydi. Guy'da ise tüttürdüğü ağaç çubuklar, tam tersi bir etki yapmıştı. İlk önce bakışları bulanıklaşmış, bir baş dönmesinden şikayet etmiş, gecenin ilerleyen saatlerine doğru tüttürdüğü dumanın içinde cinler periler görmeye başlayınca, elinden tahta sigaraları alıp söndürmüştüm. Nick atmama izin vermemişti, elimden kapıp odasına doğru yollanmıştı.Daha rahat bir zamanda kendisi de tüttürdükten sonra dumanların içindekilerinin gerçek olup olmadığını söyleyecekti.
Yolun sonunda bir fener gibi görünen ışığı ve gong seslerini izleyip, iki katlı bambu ağacından yapılmış bir evin önünde durduk. Evin altında bir ateş yakılmış, ateşin etrafına üç değişik boyda gonglar asılmıştı. Saçlarıyla siyahlığıyla aynı renkte uzun bir elbise giymiş genç bir kız bizi karşıladı. Ağzında utançla karışık bir kikirdemeyle önümüzden kalçalarını bir o yana bu yana sallaya sallaya yürüyüp bizi gongların önüne getirip tokmakları elimize verdi. Eve her gelen misafirin gongları tokmaklaması gerekiyormuş. Biz elimizdeki tokmaklara şaşkın şaşkın bakarken Zayrod kollarını iki yana açarak çıktı geldi. 'Ooo my friends' dedi, 'ne iyi ettinizde geldiniz'.
Ayda bir, köy halkına evini açıyor, kırık kalplere şifa, dertlere deva bulmaya çalışıyormuş. Bunun karşılığında da köy halkı gönüllerinden ne koparsa o akşam büyücü şifacı Zayrod'a bağışlayıp gidiyorlarmış. Tahta merdivenleri çıkıp, tabanı bambu dallarıyla kaplanmış geniş bir salona girdik. İçerisi loş olmasına rağmen onlarca nefesin alış verişlerini duyabiliyorduk. Odanın içinde tam bir sessizlik hakimdi. Bağdaş kurmuş oturmuş ahalinin arasından geçip ön taraflara, bir sahne gibi süslenmiş yere yakın oturduk.
Biraz sonra Zayrod, neredeyse tamamen doğduğu gün gibi çırılçıplak sadece kasıklarını bir ağaç yaprağıyla kapatmış bir şekilde odada belirdi. Dudaklarının ucuna dün Guy'a verdiği çubuklardan birini tutuşturmuş tüttürüyordu. Hemen önümüzdeki platforma konulmuş minderin üstüne bağdaş kurup oturdu. Minder, içinde kor ateşin olduğu bir mangalın hemen yanına konulmuştu. Gözlerini ağır ağır odadakilerin üstünde gezdirip, daha uzaklarda bir yere odakladı. Elini bir tasın içine daldırıp, parmak uçlarını ateşe doğru fiskeledi. Ateşten çıkan buhar, zaten alaca karanlık olan odayı sis içinde bıraktı. Keskin bir sandal ağacı kokusu odayı tamamen etkisi altına aldı. Odada diz dize oturanlar sessizce ama derin nefeslerle bu buharı solumaya başlamışlardı. Başımı çevirip etrafımdaki silüetlere baktım. Hiç kimseden aynı anda alıp verdikleri nefesten başka bir ses çıkmıyordu. Her nefes alışta tüm vücutlar deniz sularının yavaşça kabarması gibi yükseliyor, her nefes verişte geri çekiliyordu. Yanımda oturan arkadaşlarım da aynı ritme uyuyorlar mıydı? July, Guy ve Nick'de hipnoz etkisindeymiş gibi gözlerini kırpmadan Zayrod'a bakıyorlardı. Hayatta olduklarının tek belirtisi diğerleriyle aynı ahenkte alıp verdikleri nefesti. Odayı şimdi tamamen sis altında bırakmış olan dumanı soluduğumuzdan mıydı acaba bütün bunlar? Bendeki rahatsızlığı ve kıpırdanmayı fark etmiş gibi büyücü doktor gözlerini bana dikti. Bunu görür görmez diğerlerinin sessiz ve sakin duruşunu taklit etmek istedim ama olmadı. Bir kez oyun bozancılık etmiştim. Zayrod yerinden kalktı, ellerini bizim gruba doğru uzattı. Hiç üstüme alınmadan başımı bir sağa bir sola çevirdim dönüp arkama baktım. Herkes tatlı bir rüyanın içinde gibiydi. Guy'ın elini bulup sıktım. 'İmdaaat, uyan' diye bağırdım içimden 'tek uyumayan ben miyim burada?' Guy oralı bile olmadı. Tırnaklarım elinde izler bırakmış olmalıydı ama o oralı bile değildi.
Zayrod süzülerek geldi elimden tuttu. Çaresizlik içinde etrafıma baktım. Loş ışıkta çakmak taşı gibi parlayan yüzlerce göz bakıyor ama görmüyorlardı.
Ayağa kalkar kalkmaz ayaklarım yere değmez oldu. Yürümek zorunda değildim. Zayrod gelip yerine oturdu. Madem ayaklarım yere değmiyordu onu izlemek zorunda değildim. Odanın uzak bir köşesine doğru süzüldüm. Arkama dönüp Guy'a baktım. Beni görüyor muydu? Loş ışıkta yüzünü hayal meyal seçebildim. Odada ruhani bir sessizlik olmasına rağmen, bedenlerin ritmik bir şekilde inişlerini ve çıkışlarını görebiliyordum. Denizdeki dalgaların gidip gelmesine benzeyen bir şeydi. Onları böyle bir nefes ahenginin içinde görmek ben de nefes daralmasına yol açmıştı. Acilen buradan çıkmam gerekiyordu.
Zayrod, elindeki çubuktan, sakin ama derin bir nefesi içine doğru çekip, dumanını bana doğru üfledi. Duman dalga dalga gelmiş beni içine almıştı, hiç bir şey göremez olmuştum. Dumanla birlikte yükseldim, yükseldim. Gök yüzünde yıldızları gördüm. Borneo'nun ulu ağaçları gibi ben de gök yüzüne doğru uzuyordum.
Vücudum hafiflemiş odada hissettiğim içimi saran huzursuzluk beni terk etmişti. Arkada arkadaşlarımı ne idüğü meçhul bir ritüelin içinde bırakmaktan hiç de pişman değildim. Yüksek ağaçların sık dallarının içinden bir pamuk hafifliğinde süzülmek kadar güzel bir şey olamazdı. İşte şurada bir orangutan yavrusu annesine sarılmış uyuyordu. Yılan baykuşu bal ağacının yüksek dallarından birine çökmüş, sabırla avının ayağına gelmesini bekliyordu. Boynuz gagalı kuş, yanından süzülerek geçen meçhul yaratığa merakla bakıyordu.
Bir süre sonra ormanın da ötesine süzüldüm. Gecenin karanlığında daha da kara görünen Kınabalu Dağı'nın zirvesine doğru yol aldım. Soğuk bir rüzgar çarptı yüzüme. 'Ahh' diye geçirdim içimden. Yanıma bir süveter almayı akıl edememiştim. Zirveye geldiğimde yavaşça ayaklarımı yere koymak istedim. Tüm ağırlığımı ayaklarımı verip kalçalarımı yere doğru bastırmak istedim. İmkansızdı. Kuru bir yaprağa dönüşmüştüm. Zayrod tüm ağırlığımı almış ruhumu, ölmüş bedenlerin uçup gittiği yer olan Kınabalu Dağı'na göndermişti. Kara büyü dedikleri bu olsa gerekti.
Ellerimi, kollarımı, ayaklarımı çaresizlik içinde sallayıp dağa inmek için çırpındım. 'Yardım edin, yardım edin' diye bağırmak istedim ama beni kim duyabilirdi ki. Çevremdeki aynen benim gibi uçup duran ruhlar dışında. Üstelik sesimi, nefesimi de kaybetmiştim. Ağzım açılıyor ama ses çıkmıyordu. Biraz önce hissettiğim hafiflik duygusu yerini paniğe, korkuya bırakmıştı. Birden dipsiz bir boşluğa düşmeye başladım. Kontrol edemediğim uçuşum gibi bu düşüşün de sonu yoktu. Üstelik oraya buraya çarpıyor kolumu kanadımı kırıyordum. Ormana geldiğimde hayvanlar korkuyla kaçıştılar. Vücudum sanki taşla doldurulmuş bir çuvaldı. Çuval çatır çatır sesleri arasında küt diye bir yere çarptı. İşte son buydu. Kolumda şiddetli bir ağrı hissettim.
Bir süre, bulanık bir görüntünün içinden onlarca başın üstümde eğilmiş, endişeli gözlerle beni izlediklerini gördüm. 'Ne oldu sana birdenbire?' dedi bir ses. Guy'ın sesiydi. Birileri başımdan aşağıya bir kova suyu boşaltmış olmalıydı ki sırılsıklam ıslanmıştım. 'Çok korkuttun bizi Elif. Ne olduğunu anlayamadık. Birden fenalaştın.' Başımı kaldırıp, Zayrod hala minderin üstündeki oturumuna devam ediyor mı diye baktım. Minder boştu. Zayrod şimdi üstünde 'I love KK' yazılı bir tişört ve uzun şortuyla diğerlerinden farklı görünmüyordu.
'Sıcaktan ve yeterince su içmediğinden öyle fenalaştın, Pasifik iklimi' dedi Zayrod. Belki hastaneye gidip serum almam gerekebilirdi. Guy ve Judy kollarımdan tutup beni arabaya taşıdılar. Hani biraz önce uçabiliyordum? Kolllarımı ve ayaklarımı salladım. 'Ne yapıyorsun?' dedi Guy. 'Kolumun kanadımın kırılmadığından emin olmak istiyorum.' Nick güldü. 'Senin yüzünden beyaz tozu almayı da unuttum' dedi. Anlatmalarına göre odaya girer girmez kendimi kaybetmişim. Beni kendime getirmeleri yarım saati bulmuş. Judy yüzünde anacıl bir gülümseme saçlarımı okşadı.
Hiçbirine o akşam gördüklerimden ve başımıza gelenlerden bahsetmedim. Mademki sıcak ve susuzluktan fenalaşmıştım. Belki de gördüklerim bir sanrının sonucuydu. Ertesi günü yine hep birlikte hastaneye gittik. Gerçekten de Zayrod haklıydı. Pasifik ikliminin sıcağı ve nemi vücudumdaki suyu bir vamtuz gibi emmişti. Hastanede iki şişe serum verildikten sonra, her gün üç litre su içmeyi alışkanlık edindim.Geçen günlerle birlikte her birimiz kasabanın etrafına yayılmış köylerde evler bulduk, birbirimizi ziyaret ettik, yerel halkla komşuluk ilişkisine girip, misafirperverliklerine mazhar olup yemeklerini yedik. Pazar günleri meydandaki pazara çıkmak bizim içinde haftalık bir ritüel oldu olmasına ama bir türlü saatleri tutturamadık. Geç geldiğimizden genelde pazarcıların çoğu meydanı terk etmiş oluyordu. Aylar sonra bir Pazar günü, Zayrod'u yine küçücük poşetlere doldurduğu beyaz tozu, mucizevi doğal sigarasını ve bilumum doğal ilaçlarını pazarlarken bulduk. Ev bulduğumuzu öğrenince sevindi. 'Korongkom'da değil mi eviniz?' diye sordu. Nasıl bilmişti? 'Sevgiline söyledim, Korongkom'da ev bulacağınızı' diye cevap verdi muzipçe. Tam yanından ayrılırken, 'uçmak nasıldı?' diye sordu. Göz kırptı. 'Uçmak güzeldi ama iniş fenaydı' diye cevap verdim. 'Olacak o kadar' dedi. Kahkahayı bastı.
'Ne uçması, ne inişi?' diye sordu Guy, pazar yüklerimizle geri dönerken, 'aranızda benim bilmediğim bir kodla mı konuşuyorsunuz?' 'Yooo' diye karşılık verdim, 'zavallının sıcak başına geçmiş baksana...' Guy başını iki yana salladı. Yanından geçtiğimiz çiçekçi kadın 'Geç kalmışsınız pazara' dedi... ' Bir türlü tutturamıyoruz' dedik ikimiz birden. 'Haftaya artık...' diye bağırdı arkamızdan. Korongkom'a doğru günün o sıcağında şemsiyemizin altında, munia kuşlarının cıvıltıları eşliğinde ağır ağır yürüdük.