24 Ekim 2021
Sesini duymayı özleyenler için iki kısa ses kaydıyla...
"İntihar, doğruyu aramaya giden bir kuşkudur" der, Forneret. İşte bundan kuşku duyarım. Yürekten bir Stoacı olmama rağmen intihar üzerine sözler etmekten korkarım. Bu düşünceyle yeniden tepkimeye girmekten değil -ben onunla baş etmeyi öğrendim- ama kendi ölümünü düşünenleri, tasarlayanları itkileyecek etkiyi yaratmaktan, bir teşvik gibi anlaşılmasından ürperirim ölüm üzerine ettiğim sözlerin. Çünkü intihar düşüncesi uyanınca her gün yeniden ölümün göğsüne capcanlı bir yürek yerleştirmektir. Ölsün diye. Ölüm düşüncesi benim gibiler için bir motivasyon kaynağıdır, fakat ‘intihar' meselesi herkesin baş edebileceği bir şey değildir. Çünkü tehlikeli imler, imgeler içerir. Çağıran ve çağrılınca insanın yakasını bir daha kolay kolay bırakmayan bir meseledir. Bazı kelimeler de bazı sesler gibi frekansını bulunca kontrolü ele geçirir. ‘İntihar' bu kelimelerden biri sadece… Bilmezler bunu çoğu zaman. Bilmiyormuş gibi davranırlar. Fakat insan sustuklarından da sorumludur. Belki de en çok sustuklarından. Bu bilgi gün gelir herkese gerekir. Bir fotoğrafta gözlerini yummuş çıkmanın ya da yüzündeki kıvrımlara şekil vermiş zamanı bükmüş olmanın insanın içinde taşıdığı düşüncelerin bir belirtisi olduğunun ne anlama geldiğini de elbette. Sessizce kenara çekilmenin yaşama son vermek için atılmış bir ilk adım olduğunu da. Bazen bağıra bağıra gelir intihar. Sessizlik de bir haykırma biçimidir, onu kimse duyamaz. Kendini öldürmeye karar vermiş birini artık kimse ikna edemez. Durduramaz. Bu eylemi ölümle sonuçlandırır ya da bu konuda başarısız olur ama bu eylemi mutlaka deneyecektir. Buna mani olacak bir güç kesinlikle yoktur. Bu bir izzet-i nefis meselesine döner. İnada bindirmeye iradesinin gücünü.
İntihar bir sonucudur ortaya konan iradenin. Fakat biz, kendi iradesini ilan eden birinin iradesinin ne kadar sağlıklı bir irade olduğunu bilemeyiz hiçbir zaman. Kant'ın intihar felsefesiyle, ‘sadece eylem'e bakarsak eğer. Bu bazen bir imgenin peşinden gidip geri dönememektir. Bu geri dönüşsüzlüğün mazeretlerini haklı ya da haksız bulabilmenin tek yolu kendini öldürme konusunda ısrar eden bir kimse ile duygudaşlık kurmaktır. Gerçek duygudaşlık, duygudaşlık kurmak istediğiniz kişinin kan akışını bile hissedebiliyor olmanızla ilgili. Bu kadar ileri derecede mental bir bağ kurmak bir başkasıyla çok da mümkün değil tabii ve tehlikeli. Bu sükûnet doğurur. Herkesin bilip de sustuğu yerde intihar kesin sonucuna doğru hızla yol alır. Susanları konuşturamazsınız. İçten içe bir fırtınadır. O fırtınadan sağ çıksanız bile rüzgârın sesini hep kulaklarınızda taşırsınız. Susan biri aslında çok şey söyler, anlayamazsınız. Biri çıksın gelsin, onu anlasın ister. Ama bunun için artık açık bir kapı bırakmamıştır. Bu gerçekleşmediğinde geri çekilmek, sessizleşmek ölüme yatmaya sinyaller vermektir. Çünkü çok feryat etmiştir kendince; kimse dönüp bakmamış, duymamıştır bile. Bu bir başına kalmışlık utanç verir, incitir. Kendini öldürmek isteyen biri için bu da geçerli bir neden sayılabilir. Böylece bir başka yol bulamayınca artık sadece açık bir pencere aramanın peşine düşmektir. Sanki koşar adım terk etmek için dünyayı. Herkesin geldiğini gördüğü şeye seyirci kaldığı gerçeğidir de. Ama kendi kararını çoktan vermiş birini artık kimse ikna edemez. Onu tutup boğan şey kendi kararları, kendi karasızlıklarıdır. Zaten bu gerçeği ortaya koyan da eyleme geçen iradenin sahibi değil midir? İntihar, anarşist bir manifestodur. Tanrı'sız, baskısız bir alana özgürce geçmek çabasıdır. Kendi özgürlüğünü ilan etmek yanılgısıdır. İntihar mektubunda "ırmağın akışına müdahale"den söz etmesi tam da budur Nilgün Marmara'nın. Her intihar olayında eylemi gerçekleştirmeye giden yolda çevresel faktörler etkili değildir. Dolayısıyla "her şey insanın içinde başlar, içinde biter" tezi tek başına da çok şey ifade edebilir. Çünkü hiçbir zaman emin olamayacağımız şey iradesini ilan edenin iradesinin sonucu olan kararının ne kadar sağlıklı ya da sağlıksız olduğu konusu olacaktır. Nilgün Marmara çevresel faktörlerden etkilenmiş de olabilir, ama bu kadın ilk gençliğinden itibaren yazdığı her metni, yaptığı her konuşmayı ölümle şekillendirmiştir. Bunu Nilgün Marmara'nın kısacık hayatına bakarak görmek de mümkün.
Nilgün Marmara'ya ilgim çocukluk çağımda başladı benim. Okumaya erken başlamış olmak her konuda çok da iyi bir şey değildir belki. Bilemiyorum. Görünmekten, sesini yükseltmekten hoşlanmayan biri olarak sadece metinlerimi okuyanlar ve ona olan ilgimi keşfedenler beni hep ona benzettiler. Beni aradılar, bana yazdılar. Sanki onunla aynı evde büyümüşüm gibi davrandılar. Bu metni yazıyor olmamın bir sebebi de bu. Ben Nilgün Marmara'nın hiçbir şeyi değilim. Bir fotoğrafımı bile görmemişlerdir, beni ona benzetenler. On üç-on dört yaşındaydım. Bir bilgisayar ekranının arkasındaydım. Beni kırk yaşında zannettiler. Birbirimize benziyor, benzetiliyor oluşumuz hiçbir zaman hoşuma gitmedi. Benzemiyoruz çünkü. Birbirimizin devamı değiliz hiçbir manada. Kalibremiz bile farklı. Yeni bir Nilgün Marmara vakası bekliyorlardı belki de. Bunu yapmaya çalışıyorlardı. Çok beklerler! Benim ilgilendiğim şey Nilgün Marmara değildi hiçbir zaman, ölümün kendisiydi. Ölümün metinlerindeki biçimiydi. Bir başkasına benzetilmek kimsenin hoşuna gitmez. Herkes kendi olmak ister; benim gibi, onun gibi. Bir Nilgün Marmara arşivcisi olarak onunla hiçbir ilgisi olmadığı halde onunla ilgiliymiş gibi yapılan, yazılan, yayınlanan pek çok şeyin mide bulandırdığını söylemem gerek. Bunca zamandan sonra bir yazar hakkında uzmanlaşmış biri olarak. Şiirlerini, metinlerini değil; intiharını dile getirerek buradan yürüyenler yüzünden daha pek çok genç şair öldürecek kendini. Oradan dönmüş biri olarak söylüyorum bunu. Çünkü genç bir şairin ancak kendini öldürdüğü gün içindekileri dışarıya çıkarabileceği algısını yarattılar. Oysa ölümden sonra bir hayatın olup olmadığı bilgisine bilimsel bir gerçeklikle sahip değiliz bile. Şiirinden çok intiharından söz edenler, bundan beslenenler bugün bile pek çok genç şairin, ölümü düşünenlerin intiharını tetiklemekten başka hiçbir şey yapmıyorlar. Bu çok büyük acımasızlık…
İlk gençliğimde ölümü ben de düşündüm, evet. Bir tuhaf saplantıydı, belki de derinlik bilemiyorum. Bunu deneylemişliğim de oldu. "Ölümü düşünmek ayıp değil" tamam. Ölümü herkes düşünür, deneye de bilir. Bu ikisi birbirine hiç benzemiyor ama. Bunun altını çizelim. Ve bu kimseyi kimseye benzetmek için geçerli bir mazeret değil. Olmasın. Kimse kimseye benzemiyor, benzemez. Kimse kimsenin yerini dolduramıyor, dolduramaz. Bu yüzden az değiliz, çok fazlayız. Bir deli gen ortaklığı değil şairlerin intiharı aynı biçimde düşünmeleri, denemeleri bu eylemi.
Nilgün Marmara hakkında söyleyebileceğim çok şey var. Metinleri, hayatı, karakteri hakkında uzmanlaşmış olmam kendini öldürmüş bir insan hakkında konuşmak zorunda olduğum anlamına gelmemeli. Nilgün Marmara ile yan yana getirilen efsanelere bir son vermek düşüncesiyle de yazıyorum bu metni. Beni rahatsız eden benimle ilişkilendiriliyor olması. İlk anda bir gençlik hatamdı. Ben de onun intihar etmiş bir insan olduğu tarafıyla ilgilenmiştim. İnkâr etmiyorum. Fakat artık metinleri dışında beni ilgilendiren hiçbir özelliği yok. Nilgün Marmara belki hayatımı şekillendiren bir şair de oldu ama hayatıma mal olabilecek bir etkendi de. Bir hayal kırıklığı da aynı zamanda... Kendi metinleriyle hiçbir alakası olmayan bir sürü metinle karşılaşabilirisiniz. Onu tanımamış, ona çalışmamış bir sürü sahtekârın uydurduğu hikâyeler de duyabilirsiniz. Kendisiyle hiçbir ilgisi olmayan ama onun adını taşıyan, ona ithaf edilmiş yüzlerce kitap da bulabilirsiniz. Bu bir pazarlama yöntemi olmuş. Bunu yapanların aslında bir yaptırımla da karşılaşması gerekir. Telif hakkı meselesi yüzünden değil; intiharını abartarak, intiharına abanarak bugün bile bir sürü genç şairin intiharını tetikledikleri için. Böylece bir sürü insanın ölümüne neden oluyorlar bile isteye, sanki farkında değillermiş gibi.
İlk kez birkaç parça özel eşyasına henüz orta iki öğrencisiyken sahip oldum. İlk kez kitaplarına sahip olduğumda (Daktiloya Çekilmiş Şiirler/metinler) tuhaf bir logaritması, kendi felsefi dilini oluşturmuş o şiirlerden hemen sonra ‘kendini öldürmüş bir insan' tanımanın çekimine kapılmıştım. Bu etki başkalarını da sürükleyebilecek güçteydi. Belki günlerce düşünmüştüm: "İnsan niye ölmek ister?" İsterdi elbette, insanları ve içinde kendi olduğu için huzur bulamadığı toplumu tanıdıkça. Bir iki gömlek, katlanan bir güneş gözlüğü, bir fular, bir çift ayakkabı, birkaç nüsha el yazısı, sahaflara düşmüş adına imzalı kitaplar vs. Derken, liseyi bitirene kadar yalnız ona adapte olmuştum. Onunla ilgili bütün materyallere çok kolay ulaşıyordum. Arkadaşları benimle irtibata geçiyor, bana onunla ilgili anılarını anlatıyor, hediyeler, fotoğraflar veriyorlardı. Karşılığında benden hiçbir şey beklememeleri benim de tuhafıma gidiyordu. Gerçekten yeni bir vaka olmaya doğru mu gidiyordum, bunu hiç düşünmüyordum. Şair Seyhan Erözçelik de o şairlerden biriydi. Beni bu konuda sık sık uyarırdı. "Bir anda kendini intiharı denerken bulursun, artık ilgilenme onunla" demişti.
Öyle de oluyordu. Ses kayıtları, zaman zaman mezarı başında bulurdum kendimi… Bir ilk gençlik aşkı gibi bir şeydi artık. Platonik, imkânsız. Resmen böyle bir şeye dönmüştü. Aslında benim ilgilendiğim o değildi. Bu zamanla gelişiyordu. Arşivciliğim de öyle. Kimsenin kara kutusu değilim. Sevdim, ilgilendim, kapıldım. Artık yeryüzünde olmayan birinin hatırasına şefkat göstermeye çalışmıştım. Sonra fark ettim ki, ölümüme koşuyordum. Yok oluşa. Çok gençtim. Çocuktum. Ancak bir anda geri dönmeyi başarabildim. Ölmek için çok küçüktüm. İnsanın ruhu ölmeyince bilinci kapanmıyor diye, ürkmüştüm ölümün o büyük karanlığında sonsuza kadar şuurum açık, gözlerim kapalı bekleyecek olmaktan. Ölüm böyle bir şeydir çünkü. Biz hayata devam edenler böyle hayal etmez miyiz ölümü; canımızdan bir parçayı, en sevdiğimiz insanı bir çukura bırakıp eve döndüğümüz zaman? İnsan değişebilir ama. Değişmek için kendine fırsat verirse tabii. Ben kendime bu şansı tanıdım. Kendime bu şansı tanımak için Kağan Önal'ın anlattıklarına inanmayı tercih ettim. Nilgün Marmara bunu yapmadı. Yapmak isteseydi yapardı. Ona yardım etmeye çalışan eşi Kağan Önal'a da asla bunun için müsaade etmedi. Farkında değildi belki ama onu da sürüklüyordu peşinden zaman zaman.
Beni ona çeken şey o çok güçlü görünüyor olmanın altındaki güçsüzlüğüydü. Kullanılmışlık, intihar düşüncesi, bir yere varamayacağının farkına varmış olmasıydı, bütün çabalarına rağmen. Zeki olmanın, başarılı olmanın bir anlama gelmiyor olmasıydı. Kendi metinleri dışında hakkında her şeyi okuyanlar, herkesi dinleyenler hatta ileri gidip dizelerini kitaplarına isim yapanlar, adını onunla hiç ilgisi olmayan metinlerde kullananlarla dolu her yer. Sanki kırk yıllık dostu gibi konuşuyor, yazıyorlar hakkında. Oysa kırk yıl bile yaşamadı Nilgün Marmara. Onu bir kez olsun uzaktan bile görmemişlerdir. Dursun sesini duymak şöyle, kitaplarını okumamışlardır. Eşini, annesini, babasını tanımamışlardır. Bir fantezi öğesi gibi nesneleştirenlerin kendilerini pazarlamak için kullandıkları bir ‘şey' oldu yıllar içinde. Şiirlerini, metinlerini duymuyor hâlâ kimse. ‘Kendini öldürmüş bir insan' olarak çıkıyor ilk anda herkesin karşısına. Onu ben de böyle tanıdım. Çünkü onu böyle koydular ortaya. Bu tarafından faydalanmak için elbette. Yazdıklarından bir şey anlamayan, edebiyat bilgisi olmayan, histerik ve kaygı bozukluğu yaşayan, hezeyana kapılmış intihar meyilli bir kitleye insanı iyileştirmeyen öldüren bir antidepresan gibi sunuyorlar onu. Oysa bu kitle o kadar derin bir uykuda ki, farkına bile varmıyorlar bunun. Sorgulamıyor, yorumlamıyorlar. Sadece kendini öldürmüş bir şairin ölümünden sorumlu tutmak için taşlayacak inanlar arıyorlar. Ve bunu yaparken de bir başkasının ölümüne neden olma ihtimallerini hiç düşünmüyorlar.
Bunca zaman içinde intiharıyla üzerinden oluşturulan popülarite ve kitleye sahip bu genç kadın hakkında yaptıkları her şeyi piyasaya sürüp bundan itibar ve kazanç elde etmeye çalışanların gerçekten onunla bir yakınlığı, bir alakası olmadı hiç. Nilgün Marmara'yı daha başında ölüm düşüncesine iten, onu anlık sohbetler esnasında sömüren, kullanan, ondan aldıklarını sanki ona ödünç vermişlercesine ondan alacaklı gibi geri alanlar da böyleydi. Öyle iğrenç bir piyasa ve varlık iddiası içindeler ki, biri sütyenini bulsa çıkıp "kopçasını ilk ben çözdüm" diye haykıracak kadar vahşileştiler.
Adının yazılı olduğu yüzlerce kitapla karşılaşabilirsiniz bu yüzden. Hayat öyküsünü yazdığını iddia eden birçok insanla da karşılaşabilirsiniz, onu hiç tanımayan. Kendini öldürmüş bir şairi bu denli önemseyip de yazdığı şiirler ve metinler hakkında en ufak bir bilgiye sahip olmamaları da çok enteresan tabii. Sürekli bir şeyler pazarlamak, efsaneler, hikâyeler uydurmak hiç tanımadıkları bir insan hakkında ne kazandırıyor insanlara artık ben de merak ediyorum. İnsanlara bu patavatsızlığı veren şey belki de uyanıp sonsuz uykusundan kendini savunamayacak olmasıdır. Oysa yasalarda yeri olmalıydı birinin ölümüne neden olmak kadar kendi ölümünü gerçekleştirmiş birinin gıyabında konuşmanın da. Onu sürekli sahte görünümler elde etmek için pazarlamanın da. En yakınlarının bile iç dünyasından bihaber olduğu Nilgün Marmara'nın hayatını tanığıymış gibi anlatanlar çevresindeki insanların onun ölüm takıntısını geliştirdiğini kabul de etmezler bu yüzden. Tek bir suçluyu işaret ederler. Eşi Kağan Önal'ı. Oysa Kağan Önal'ın ne yaşadığına dair tek bir fikirleri bile olmamıştır. Uzun yıllar ben de bir sorumlu aramıştım ve Ece Ayhan'dan başka kimseyi bu konuda çok daha etkili bulmamıştım. Bu hatalı bir yaklaşımdı. Çünkü Nilgün Marmara intihar konusunda –elbette çevresel faktörlerden de mutlaka bir nebze etkilenmiştir ama- hiçbir zaman intihar konusunda Tezer Özlü gibi olmamıştır. Bunu gerçekleştirmek için motive etmiştir kendini. Herkes hâlâ ırmağın akışına kapılmış bir şair gibi sözler ediyor ondan ama o açıkça mektubunda dile getirmiştir bunun böyle olmadığını. Irmağın akışına kapılmamış, kendi iradesiyle müdahalede bulunmuştur. Bu, bu konuda bilinçli bir eylem gerçekleştirdiğinin göstergesidir. Bunun sağlıklı bir eylem olmadığı konusunda yaygın fikirler olsa da.
Nilgün Marmara bilgili, güzel, cesur ve her şeyi yaşamaya açık bir kadındı. O dönem böyle bir dönemdi. Bu bir sır değil. O zamanlar bu kadar güzel kadınlar edebiyatla bu kadar ilgili değildi. Biraz ufak tefek. Balıketli. Gözleri yeşille mavinin birbirine karışmaya çalışması gibi. Denizin sığ yerleri gibi. Ne çok beyaz, ne de çok esmer. Tanrı böyle güzel yarattığından habersizdi muhtemelen. İlk anda havayla temas edince infilak eden bir şey gibiydi zekâsı. Ama sadece ilk anda! Belki de sadece bir araya geldiği insanlardan daha akıllıydı. Kesinlikle öyleydi. Nilgün Marmara, hakkında anlatılan hikâyelerdeki gibi ya da insanların hayal ettiği biri değildi hiçbir zaman. Evet, güzel bir kadındı. İçinde bulunduğu ortamdaki herkesten daha zeki, daha akıllı, daha duyarlıydı. Farkındalık seviyesi çok yüksek bir karakterdi. Anlık sohbetler esnasında söylediği her şey, kurduğu her cümle insanları etkilemeye yeterdi. Kıvrak, bağlayıcı. Bir kere sesi güzeldi ve güzel konuşurdu. Bir masada buluşan herkesin gözlerini, aklını, tüm ilgisini kendinde toplayabilecek kadar etkiliydi. Ne kadar sıradan da olsa, dikkat çekici ve gizemliydi. Bu onun doğuştan bir özelliği değildi. O da seviyordu böyle davranmayı, böyle idrak edilmeyi. Ona bu yüzden "Çılgın Zelda!" Diyorlardı. Genç yazanlar bugün de hâlâ böyle değil mi? Böyle davranmıyorlar mı? Yağmaya açık ve çok kullanılmış bir şeye dönüyordu hızla bu yüzden. Bütün bunlar kendine güven duygusundandı. Oysa gerçekte o kendine hiç güvenmezdi. İnsanların yalnızken hissettiği budur mutlaka ama bunu nasıl ispatlayacağız ki? O parlak akıl önce kendini kör etmişti. Kağan Önal'la evliliği ona yalnızlığı, bir başınalığı, yokluğu verdiği kadar -bu genç adam işe gidip çalışmak zorundaydı çünkü. Başında durup bekleyemezdi çocuk gibi- bir de cemiyet hayatı verdi. Bu cemiyet pek çok şairi içine alır. Ve hatta Nilgün Marmara'yla hiç karşılaşmadığı, tanışmadığı halde onunla sırdaş olduğunu ve hatta utanmak yerin dibine girsin, yatıp kalktığını söyleyecek olanları bile. Hatta öyle yakın dostları vardır ki, ilk dosyasını ölümüne kadar okumaya tenezzül etmemiş ve ancak ölümünden hemen sonra yayınlamışlardır. Demek ki, ölümünden önce şiirler yazdığı bir sır değilmiş. Bu kadar şairin arasında olup şiirle ilgili olmamak mümkün müydü zaten? "Onlar sormadı ben de söylemedim" diye bir şey söz konusu bile değil.
"Yabancıların en yakınıydın sen" cümlesi yüzünden eşi Kağan Önal'ı ilgisizlikle suçlayanlar şu ayrıntıyı hep gözden kaçırırlar. Nilgün Marmara kendisini de hep bir yabancı olarak tasvir etmiş, konumlandırmıştır metinlerinde, şiirlerinde. Kağan Önal'ı bir başına suçlamak elbette doğru değil, ama suçlu olduğu kısımları da yontup atamayız meseleden. Gerçekten tarafsız olmak gerekirse eğer. İyi niyetli genç insanlar olarak belki de o çok iyi şiirler yazan kötü insanlara bu kadar saygılı davranmamalı, mesafeli olmalıydılar. Kağan Önal'la bir kez Kuzguncuk'taki o küçük marangoz atölyesinde çok kısa bir zaman daha çocuk sayılacağım bir dönemde oturup uzun uzun susmuş ve bunları biraz konuşmuştuk. Belki de o zaman kurtuldu hayatım sanırım. Ben edindiğim ses kayıtlarından sonra Ece Ayhan'dan neredeyse tiksinmiştim. Oysa o kimseyi suçlamıyordu. Öfkeliydi tabii. İnsanların ön yargıları karşısında kendini savunmuyordu, kaybettiği insanı özlüyordu. Durup durup "Çok gençtik" diyordu. Yorgundu. Sanki konuşurken geçmişe gidiyor, geri dönmekte zorlanıyordu. Ona müdahale edemediği için. "Zaten hastaydı. Bütün gün oturup öylece bakardı ve hiç konuşmazdı" diyordu. Kimseyi ama kimseyi bundan sorumlu tutmuyordu.
O dönemin meşhur şairleri çok iyi şiirler yazsalar da, asla terazilerde iyi adamlar olarak durmadılar benim için. Ece Ayhan'ın sürekli intihardan söz ettiğini ve Cemal Süreya'nın da yatak sohbetlerinden hoşlandığını biliyoruz. Ve bunlardan söz ederken, ister istemez utanıyoruz. Bir ses kaydında Nilgün Marmara, Ece Ayhan ve Cemal Süreya bir yuvarlak masanın etrafında kahkahalar atarak konuşuyorlar. Seslerin altında bir plak dönüyor. Nico. Kimi kayıtlardaysa duyduğum müzik seslerini hiç çözemedim. Bendeki ses kayıtlarının bir kısmını bana hediye eden Doğan Kemancı da orada. Bu kayıtları tutan ve kayıtlardaki kadının Nilgün Marmara olduğunu söyleyen… Hani şu gözleri kapalı baktığı fotoğrafı çeken adam... Ne güzel fotoğraftır o değil mi? Bile isteye çıkmış gibi kadrajdan. Bir tesadüftür, gözlerini usulca kapamış o an. Sanki öleceğini bilir gibi yutkunmuş, yudumladığı kahvesini. Cemal Süreya, Nilgün'e ısrarla bir şey anlatmak isterken, Ece Ayhan onu, "Cemal, bir sus be!" Diyerek, susturmayı başarıyor bu kayıtlardan birinde. Sigara dumanlarını içlerine çektiklerini seslerden anlayabiliyorsunuz. Ve tabii alkol… Nilgün Marmara'nın da saplandığı bir bataklık... İki şair de adeta birbirleriyle yarışıyor, Nilgün'e dair konuşmalar esnasında. Oysa kim dinlese o kayıtları şunu çok iyi anlardı; Nilgün kimseyi dinlemek istemiyor, konuşmak istiyordu. Fark edilmek. Daha da fark edilmek… Birbirlerini çoğu zaman aşağılayıp, yaralamaktan hiç çekinmeyen bu şairlerin arasında kendini dağıtmasını sevdiklerini söyleyerek ona daha cesaret vermişlerdi. Çünkü gençti. Cesaret gösterileri için özgüvenle doluydu. Siyasi yapı, teknoloji, aileler, yaşananlar, yaşanamayanlar, hayaller, uzakta bir Avrupa ideali ve herkes çıkıp gidince bomboş kalan bir ev. O boş evde yalnız kaldıkları her anı birbirlerini kemirerek geçiren iki genç insan. Yalnız fotoğraflarda dost kalabilen bu insanlar edebiyat tarihine de keşke bu şekilde geçebilselerdi. Gardını alırdı insan insana karşı bu yüzden.
Zaman zaman yapılan ev toplantıları, gizli ayinler gibi rahatsız ediyordu herkesi. Nilgün'ün annesi giyim şekline tepkili olduğu kadar bu çevreye de tepkiliydi. Mahrem yoktu. Hızlıca bir deformasyon vardı. Hem psikolojik, hem de toplumla uyumu yakalayamadığı için ahlaki olarak. Pek sözünü etmek istemediğim ilişki biçimleri, açık açık tacizler dost eller ve dillerle. Erkek şairler her zaman erkek şairlerdi işte. İnsanlar karı kocaların her şeyi konuştuklarını sanırlar. Nilgün Marmara öyle bir kadın değildi. En yakınlarımızın hakkımızda her zaman en çok şeyi bilmediği gerçeğidir de bu. Kayıtlardan birinde bir zamanlar önüne çıkan her kadına evlenme teklifinde bulunduğunu, ama bunun "nihilist" yani anlamsız bir teklif olduğunu dile getiren Cemal Süreya'yı dinlediğinizde erkek şairlerin bugünkü profilini de görmüş olursunuz. Fakat sırf bu yüzden eserleriyle karakterlerini ayırmaya kalkarsak sanatçıları, ortada ne eser kalır, ne de onu üreten bir kimse. Bütün Sanat Tarihi'ni bile böyleye ortadan kaldırıp çöpe atmak mümkündür. Müslüm Yücel’in Edebiyatta Ölüm ve İntihar adlı kitabında Nilgün Marmara'dan söz ettiği yerde şöyle bir cümle vardır: Sevgilin olmak istiyor bütün dostların… Seni anlıyorum demek, seni biraz daha kullanabilir miyim? Anlamına geliyordur. İşte aynen buydu durum. O evde hiçbir şair şiirler yazan bir Nilgün Marmara'yı konuşmadı hiçbir zaman. Yediler, içtiler, güldüler, eğlendiler, dedikodu yaptılar ve sonra çıkıp inlerine döndüler. Ama Nilgün Marmara'nın şiirlerinden bihaber olmanın cezasını hep Kağan Önal'a kestiler. Kağan ne yayıncıydı, ne şair ne de yazan biri. Kağan Önal'ın o şiirleri okuması, beğenmesi hiçbir anlamaya gelmeyecekti zaten Nilgün Marmara için. O yazanların edebiyat beğenisiyle ilgileniyordu, yazmayan birinin değil. Nasıl mı eminim bütün bunlardan? Çünkü hayatımın ikinci çeyreğini bu insanlarla, bu kitaplarla, bu kayıtlarla geçirdim. Bu zamanı böyle tükettiğim için de üzgünüm ayrıca. Karşılaştığım şeylerden hiç memnun olmadım çünkü. Bu yazıda bazı şairlerden hiç söz etmek istemiyorum bile. Onları hep kendi hatırlanmak istedikleri şekilde bırakıyorum. Çünkü ben olsam, dün ölmüş birinin çekmecesine elimi uzatmazdım. Günlüklerini sessizce alıp götürmek için. Ölümden söz eden, "yoruldum artık" diyen birini yalnız bırakamazdım hayattayken. Bir takside birden bire heyecanla "ben bir şiir yazdım" diyen arkadaşımı o an "acelem var, şimdi bakamayacağım" deyip erteleyemezdim.
Tezer Özlü, Seyhan Erözçelik, Lale Müldür, Mustafa Irgat. Daha pek çok isim bu ortamda bulunmaktan hasarlar almıştır. Bu isimlerin çoğu asla intihar etmeyi göze alamayan ama her defasında bunu etrafındaki genç insanlara özendirici bir biçimde dile getiren Ece Ayhan'dan zarar görmüştür. Ece Ayhan'la aynı ortamda bulunup oradan sağ çıkmak da mümkündür belki ama yaralanmadan çıkmak oradan dışarıya bir istisnadır. En çok da bu yüzden işte, Ece Ayhan iyi bir şair kötü bir adamdır. Birbirlerini sevdikleri şekilde aşağılayan küçük ilkel, barbar bir topluluktu. "Edebiyat ortamı" dedikleri yer hâlâ böyle bir yer. Bir ütopya sadece... Asla dışarıdan göründüğü gibi değil içerisi. "Biz insanlar" ve "biz şairler" olarak ikiye ayrılırlardı. Ve şairler kendilerini insanlar içinde bilge, tanrı, peygamber, siyasi otoriteye ve toplumun normlarına karşı kafa tutan, kalemlerini kör bıçaklar gibi sallayan kahramanlar sanırlardı. Hâlâ öyle. Bu ahlaksızlık değildi, bu açlıktı. Saygıya, sevgiye, aşka, yaşamaya, özgürlüğe, cinselliğe. Toplum o zamanlar da hazır değildi pek çok şeye. Fakat bugünden çok daha rahat bir dönemdi o dönem bu konularda. Yıkılınca hep birlikte, sevinince bir başına bu sevinci kimseyle paylaşmayacak kadar bencillerdi de. Hayranlık duyan bir kimse, içinde yücelttiği o kişi için canından, cebinden vermekle başlıyordu tükenmeye. Nilgün evinin kapısını her zaman herkese açmıştı. Çünkü Nilgün sahipliğin ne olduğunu bilmek istemez, bir şeylere sahip olmayı kabul etmezdi. Bireysel mülkiyet karşıtıydı. Ve nasıl pür heves o da isterdi, herkesin ona karşı kendisi gibi olmasını. Herkes çok iyi bilir, Ece de orada uzun zaman kalmış ve hoyratlığı, patavatsızlığıyla çok baş ağrıtmıştı. Sıra sıra yazılacaksa Ece Ayhan da suçluydu. Ben hâlâ böyle düşünmeye mani olamıyorum. Ama asıl suçlu Nilgün'ün kendisiydi. Huysuz ve intihar mitleri yetiştiren bir şairdi Ece Ayhan. Kendi ölümünü asla teşvik ettiği ölümler gibi yaşamayacak kadar korkak, batıl bir şair. Şiiri şahsiyetini elbette geçmiştir. İşte bu yüzden yıkılmaz bir anıt şiirdir, Meçhul Öğrenci Anıtı. Onun bütün yumruklar havada şiirleri hiçbir zaman masalarda patlayamayacak, kendini gerçekleştiremeyecek sözlerden ibaretti. İyi şiir yazmak bu yüzden iyi insan olmak demek değildir asla. Ece Ayhan gibi şairler var hâlâ ve şiirleri Ece Ayhan da kötü şiirler. Ölümüne yakın günlerinde dahi tek pişmanlığı sadece bu yaşamı yeterince yaşayamadığıydı. Onu bir kez görmeye gittiğimde -İzmir'e- bana sadece "Güzel kızdı, akıllıydı" demişti, Nilgün için. Ve yanından ayrılırken, "Bir daha gelme" demişti. Belki de ona erkeklik ve insanlık konusunda öfkeli davranmıştım. Benim de haddimi aştığım zamanlar olmuştu çocukluğumda. Henüz on dört yaşında biri yetmiş küsur yaşında bir adamla belki de böyle konuşmamalıydı. Pişman değilim ama.
Ece Ayhan'ı neden bilmiyorum, insan olarak sevmediğim için de böyle davranıyor olabilirim. Cenaze kortejinde homurdana homurdana "İçecek bir şeyler yok mu yav!" derken birden aklına şiir yazmak geldiği için Nilgün Marmara'nın okul numarasını öğrenmeye çalışması yüzünden de olabilir. Belki de ölümünden hemen sonra yazdığı yazı yüzünden bile. Bu Chaplin'in annesinin ölüm haberini alınca koşup aynadaki yüz ifadesini oyunculuğuna kazandırmaya çalışmasıyla aynı şey değil.
Ece Ayhan bir ses kaydında Nilgün'e şöyle diyor: "Bu yeşil ne biçim yeşil böyle! Bu koltukları değiştirmeli!" Ne dolu, ne boş sayılırdı o ev. Sanki sahibi gibi konuşurdu evin. Ve hatta yerdeki döşemelere kadar söylene söylene eleştiriyordu her şeyi. Nilgün pek çok kayıtta neşeli... Uzun bir kahkahası var. Kırılıp duruyor sanki bütün boğum yerlerinden. Gırtlaktan gelip ağzının içinde bitiveriyor sesi. Boğulurcasına bazen. Çok konuşmuyor, konuşturmuyorlar. Ama o, her fırsatta giriyor söze. Bazen espri yaptığı bile oluyor. Ece Ayhan'ın dişlerini yapan doktorun kızının adını söylüyor: "Ayla. A'yla!" Sık sık kelime oyunları oynuyor. Fark edilmek istiyor. Ama kırılıyor. Yeterince ilgi çekmiyor o anlarda. Herkes kendi söylediğiyle meşgul oluyor. Durup defalarca dinledim ve bu kayıtlardan çıkardığım tek şey kayıtsız kalındığıydı ona. Eğer bu intiharında çevresel faktörler arasında sayılırsa. Tuhaf bir kayıtlıksızdı bu. Çünkü o aynı zamanda hep merkezdeydi. Hiçbir zaman kendini gösteremeyecek olmanın merkezinde. Onu öldürenler arasında karşılık vermediği, karşılık alamadığı aşkları da vardı belki. Bunları hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Onu öldüren nedenler arasında değiştiğini, birden değiştiğini, havada kaldığını, yalnız kalacağını, kullanıldığını anlamışlığı da olabilir. Ondan hep bir başarı, hep bir parıltı bekliyor olması çevresinin. Eğitim ve aile hayatı, toplumla barışamayışı bu tezini her gün daha sağlamlaştırdı belki. Kendini öldürme, yok etme fikrini her gün daha haklı kıldı. Ve çokça başka şairlerin sohbetlere konu olan ölümleriyle… Bir etkiler halisine de girdi belki. Şairlerin büyük hünermişçesine anlattıkları intihar girişimleriyle…
Öyle ustaca söz ediyor ki ölümden, yaşama âşık tapar bir hali de var üstelik. Zayıf noktalarını ilk kendi fark ediyor. Ve durduğu her noktada o zayıf noktalarını bir başkasına gösteriyordu. Nasıl kırıldığının yalnız kendi farkındaymış duygusu ona "çıt" sesli şiirler yazdırdı. İlk gençliğinde ilk intiharı ilk denediğinde yine bir pencere kenarındaydı, ben olsam beni de annem tutsun, bana mani olsun isterdim. Bu ilk başarısız girişimin ardından Ferah Apartman'ı dünyası daralan Nilgün için ölümün kapısını sonsuza kadar açmış bir pencere olarak kalacaktı. Ve o henüz hayattayken, yine bir ses kaydında Cemal Süreya ona şöyle diyordu, "Sen ki, dünya güzelinin aynısısın…" Belki de böyle güzel olmak gerekiyordu, kendini öldürürken çığlık atmamak için. Kalanlar gidenlerin ardından her zaman bir suçlu arar. Doğal yollarla gerçekleşmiş bir ölüm bile suçlu hissettirir geride kalanları. İnsanlar her zaman her konuda birini sorumlu tutmak ister bu çok doğal. O başarısız bir proje olarak kendini öldürmeyi zaten daha ilk çocukluğunda keşfetmiş, kendine öğütlemişti. Aklımıza gelen, içimizden geçen hiçbir şey bu kararı vermiş ve uygulamış birinin gerçekten ne yaşadığını, neyi neden yaptığını anlamamızda bize fayda sağlamayacaktır. Kendi iradesini ilan etmiş birinin kendi kararından başka hiçbir şey çıkmayacaktır çünkü karşımıza.Sanki çok acele yazılmış gibi hatalarla dolu –çünkü artık çok yorgun ve hasta olduğu için- intihar mektubunda bunun önlemini dile getirerek almıştır.
Bu durumdan kimse kimseyi ya da kendini sorumlu, suçlu saymasın, çünkü suç yok, yalnızca ırmağın akışına bir müdahale söz konusu! Her anın niye'sini sorgulayan bir varlığın saygısızlığını yok etmek için kararlaştırılmış bir eylem bu!
Veysel’i okuduktan sonra öğrenmiştim kör olduğunu. O söyledikçe sesinin tutulmuş kayıtlardan yazıya aktığını… Allah Veysel’in iki gözünü birden almış, ama yerine de görünün en hakikisini bırakmıştı. Masal gibi, masaldan gerçek!
"Onaylayıcıların, sessiz kalmanın konforuna sığınanların çokluğundandır, tufan beklemiyorum. İnsanın evrenin efendisi olması meselesi bence, çok ağır bir dezenformasyona maruz bırakılarak tefsir edilmiş asırlar boyunca"
Sevginin fedakârlığa dayandığı dayanakların ortadan kalktığı, insaniyetli olmanın artık ayıplandığı, el etek öpmeyince, insan eleyen elekler tutmayınca, adaletli olan elin ayağın artık hiçbir işe yanaştırılmadığı dalalet çağına geldik, battık ve kaldık
© Tüm hakları saklıdır.