“Yapayalnızım, her şey ikiyüzlülüğe bulanmış
Yaşam benzemiyor düz ovada yol almaya”
Dün beş yaşındaydım, elime bir kitap verdiler, önce elif ba sonra birden kırk oldum, geldi yanımda bitiverdi Dostoyevski. Yorgun vicdan mefhumu, “Suç ve Ceza”. Bir bende mi var bu Allah korkusu? Yakındır, ben de onu korkutacağım galiba… Hem her şeyim de var, huzurum yok. Niye? Bir film izledim. Filmin sonunda yüzünü duvara, sırtını dünyaya döndü yaşlı kadın. Ordaydım. Orada kaldım. Kıpırdayamadım. “Hayatım” dedim, “işte, bu kadar”. Çukuruma inmiş gibi diri diri ben dünyada bir zamanlar bir ses, bir his, yukarıda linç, yukarıda kürek sesleri. Dinledim. Haberleri dinledim. Altı yaşında küçücük bir kız tecavüz edilip mezarlıkta öldürülmüş. Sokaklarda dilenmenin hayat ondan haracını almış. Gömmeyi de ihmal etmemişler, kala kala vicdan bu kadar kalmış. Yaşının bir önemi de yok. Nasılsa kayıtlara “öldü” diye geçecek. Biz çocukken evlerin içinde kimiz ki zaten? Tanrı’nın dünyanın bir zamanlarına tanıklık etmiş gözleri... Akına kan dolaşmış, buğulu… Yaydan fırlamış, hedefine varamamış, sessizlikten yapılmış sözleri…
“Öldürmeyeceksin!
Öldürmeyeceksin!”
Gözlerimden birini kaybettim, görüşümü kaybettim. Kendime dönüşümü kaybettim. Başımın üstünde kara kapkara bir bulut, o buluttan damıttığım karayı kalbime bulaştırdım. Kalbimi kaybettim. Niye? Genç bir delikanlı yirmi bile değil daha yaşı, “gün görmeden, bir ev bir araba için çalışamam” demiş, çıkmış iskemleye asmış kendini. Bundan ip de utanmamış! Uyanınca da rüyalar görmek isteyen bir başkası nerden bulmuşsa bulmuş, madde almış, hem kendini hem annesini öldürmüş. Koparıvermiş başını gövdesinden, insan ölümlerden ölüm beğensin artık! “Başını gövdesinden ayırmasaymış da, boğup bırakıverseymiş oracıkta” demekten daha ılımlı bir şey gelmedi aklıma. Bir başka çocuk babası ırzına geçti diye ölmüş. Birileri tepeden “abrakadabra!” demiş, içinde beş küçük çocuk birbirine sarılmış, modern yüzyılın tam ortasında bir baraka yanmış kül olmuş. Zenginler yoksulları sekize katlamış, zaferin böylesi! Bu zafer kimin zaferi? Küçülelim de düşelim kendimizi bordrolardan… Her yerde bir “ihmal” lafıdır, dünyayı ne de güzel dönmüş, dolaşmış. Acının da bir kotası var demek, kotasını dolduran burada kalmak istemiyor artık. Neyzen Tevfik, “Pezevenkleerrr!” diye bağırdığında, dönüp bakanlara ben ne diyebilirim ki ayrıca? Dert bu ya, hiç bitmiyor. Ete kemiğe geçiyor, eti kemiği geçiyor, etten, kemikten geçiyor! Daha bir sürü şey, birikmiş, yığın olmuş, üstüme dökülüyor. “Bir Van Gogh değildim, ama beni de delirttiler…”Aşamıyorum, aşamıyorum. Televizyonu kapatıyorum. İçimde çıt sesleri… Bağrımda yumruklanmamış bir yer kalmadı.
Dizinin dibinde oturduğum yazarları, sabahlara kadar içine gömüldüğüm kitapları düşünüyorum... Herkes çarkını döndürmenin peşinde… Bu çarklar kimi düşürmüş, kimi üzmüş, kimi öldürmüş? Kimin umurunda? Üstelik panik içindeler, baskı altında. Rejim değişecekmiş de sanki kime nasıl ayak uyduracaklarını, hangi rengi alacaklarını, kime nasıl yaranacaklarını bilemiyor gibi saldırmaktalar tutunabilecekleri her dala. “Biz, onlar gibi olamayacağız” diyen herkes, onlarla beraber, onlardan da beter… Derken, “Ali’nin Sekiz Günü”nde bir sahnede buluyorum kendimi:
“Özür dilerim, size bir şey sorabilir miyim? Hayat neden bu kadar zalim? İnsanlar! İnsanlar neden bu kadar zalim? Yaşamak, neden bu kadar zor ve neden bu kadar güzel ve vazgeçilmez? Peki, insanların birbirlerini anlamamak için bu büyük çabası neden? Karım… Karım bana çok kızıyor, ona istediği gibi bir hayat sunamadığım için. İstediği gibi bir adam olamadığım için. Çocuklarım, çocuklarım da bana çok kızıyor, onlara bilgisayar, elbise, ayakkabı, araba alamadığım için. Patronum, patronum sürekli alaycı bakışlarla beni izleyerek ne kadar işe yaramaz bir adam olduğumu günün her saatinde bana hatırlatıyor. O da bana çok kızıyor, çünkü ona çok para kazandıramadığım için. Dostlarım, arkadaşlarım, akrabalarım beni adam yerine bile koymuyorlar. Onlar da bana kızıyor. Onların istediği gibi bir adam olamadığım için. Onları yemeğe götürmediğim için. Onlara borç veremediğim için. Onlara ayak bağı olduğum için. Onların eğlendiği gibi eğlenemediğim için. Devlet, devlet de bana kızıyor. Daha çok vergi veremediğim için. Arada bir “N'oluyor?” diye sorduğum için. Yanlış partiye oy verdiğim için. Biliyor musun? Her tarafım kanıyor. Acılar içindeyim. Çürüyorum! Onların istediği gibi bir adam olmak istiyorum, ama beceremiyorum! Dostlarıma, akrabalarıma, Patronuma, karıma, çocuğuma “üzgünüm” diyorum, “ sizin istediğiniz gibi bir adam olamadığım için özür dilerim” diyorum, duymuyorlar! Acılarımı, kederlerimi, sıkıntılarımı anlatıyorum. Dinlemiyorlar. Ben, ben, “bana yardım edin” diyorum, kaçıyorlar! “Gelin biraz konuşalım” diyorum, masayı terk ediyorlar! “Ölüyorum ben!” diyorum, “Ne zaman öleceksin?” diye soruyorlar. Lütfen bana söyler misin? Ne oldu? Bize ne oldu? Eskiden böyle değildi! Şimdi ne oldu? Neden insanların artık bir takım duygulara ve düşüncelere prim verecek zamanları yok? Neden bu kadar hızlı koşuyorlar? Neden, bir an bile olsa durup hayatın, insanın, evrenin anlamı üzerine düşünmüyorlar?” Dışarıdaki bu dünya, benim dünyam değil. Ben buralı değilim. Şimdi kalkar giderim, sonra bir gün yine gelirim…
Ayfer Feriha Nujen kimdir?
Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.
Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.
|