03 Ekim 2021

Şair Süleyman Çobanoğlu: Ozan ne vaizdir, ne hocadır, ne de önder

"Küçük ve büyük çıkarlar, çoğunlukla bir illüzyondan ibaret kazanımlar için her defasında ilk feda edilen adalet duygusu, onur ve insanlık. Konunun şiir, sanat, politika ya da para olmasının önemi yok. Bu, sadece bağıranların, tepinenlerin ve trolleşenlerin sesinin işitildiği bir panayır."

"İstisna da değilim, müstesna da. İnsanların beni nasıl gördüğünü bilemem, bilsem de bu bir şeyi değiştirmez. Ozan ne vaizdir, ne hocadır, ne önder. Sadece anadilime, beni var kılan engin Türk Kültürü'ne yaraşır bir kaç dizenin peşindeyim." 

- Geçen hafta hakkınızda bir yazı yazdım, doğrusu "hakkınızda" demek yanlış olur. "Şiiriniz üzerinden" demek belki daha doğru bir ifade olacak, çünkü sağa söylediklerimi aynı biçimde aynı metinde sola da söyledim; siz de okudunuz metni ve bana inceliklerle dolu bir dönüş yaptınız. Önce bunun için çok teşekkür ederim. Beni gerçekten kendimi ifade ettiğim biçimde anlamış olmanız müthiş bir duygu. Dolayısıyla ilk soruyu şuradan soracağım: Sürü algısıyla kavranan hiçbir şey imla işaretlerine rağmen konuşma dilindeki gibi algılanmıyor yazı dilinde. Manipüle edilebiliyor, proveke edilebiliyor. Dil, derdi ifade etmek içindir ama "dert" dediğimiz şey dilden daha geniş daha büyük bir şey. Yazı dili bunun için bazen yeterli imkânı vermiyor, bu nedenle ifade ederken hatalar da yapmış olabilirim. Yani şiirinizi övmüş olmam, bunu beğendiğimi dile getirmiş olmamın bir "itiraf" gibi algılanmış olması bana tuhaf geldi. "Ben sağcı bir adamım" diyen bir şairin şiirini övmek, o şaire hayranlık duymak ve tabii aynı zamanda -şairi kapsar ya da kapsamaz- genel olarak ideolojilerle ilgili fikrimi beyan etmem de doğal karşılanmamalı mı sizce? Bu "nereye çekerlerse oraya gider" durumuna nasıl mani olacağız ya da olmalı mıyız?

"Bu, sadece bağıranların, tepinenlerin ve trolleşenlerin sesinin işitildiği bir panayır"

Siz yazınızı yazdınız, ben de size şöyle dedim: "Benim "sağcılığım" artık sağcıların bile unuttuğu, belki de hiç bilmedikleri bir sağcılık. Ayaküstü bir röportajda aceleyle verilmiş bir yanıt olsa da gerçeklik payı var. Solcu, liberal ya da İslamcı değilim; doğal olarak "alelusul" tanımlamalar için literatür fazla yer bırakmıyor bana. Belki de antika, modası geçmiş bir sağcılık bu. Exupéry gibi biraz. … "Düşman olsak da…" diye başladığınız cümleye de hiç itirazım yok. Keşke, şu tapılan çıkarlar, yaltaklanmalar, ilkesizlikler ve omurgasızlıklar denizinde yaşayacağımıza, düşüncelerimiz yüzünden birbirimize kem baktığımız bir "sosyal"imiz olsaydı. İliklerine kadar riyaya batmış yığınlar yerine, onurlu düşmanlar olsaydık."


Manipülasyon ya da her türden kışkırtıcılık bugünün Türkiye'sinde engellenemez ve önlenemez boyutta. Bu yapısal bir sorun, gövdenin tümüne işlemiş bir hastalık. Bu ülkede aklı başında iki söz edecek, karşıtını ipe çekmeye niyetlenmeden düşünce ileri sürecek herkes, kendi toplumsal sürgününü yaşıyor. Sağ da, sol da, liberal de, dinci de; içeriksiz ve kısır bir kör döğüşünde. Küçük ve büyük çıkarlar, çoğunlukla bir illüzyondan ibaret kazanımlar için her defasında ilk feda edilen adalet duygusu, onur ve insanlık. Konunun şiir, sanat, politika ya da para olmasının önemi yok. Bu, sadece bağıranların, tepinenlerin ve trolleşenlerin sesinin işitildiği bir panayır. 

Her kesim, vaazı kendisinin verdiği, kalan herkesin uyuklayarak itaat ettiği, afyon ruhu dökülmüş bir ülke istiyor. Sorun, söylediklerimizden, algılardan ya da anlaşılamamaktan daha derin. Dolayısıyla, sizin yazınız da, yazı sonrası oluşacak algılama farkları da bu genel manzara içinde biraz "lüks".

- Giderek açılmış, derinleşmiş bir uçurum var. Çünkü sağda bir başka sağ, solda bir başka sol var. Yazanlar bilirler, okur çoğu zaman bilemez tabii böyle şeylerin cereyan ettiğini. Ben okurun da bunları bilmesi gerektiğini düşünüyorum; yani perdenin arkasında olup bitenleri, fısıldamaları okur da duymalı. Pek çok mecrada bu sağ-sol ön yargılar ve konumlandırma yazanların dünyalarını daralttığı gibi –kendilerini değiştirme/geliştirme şansı da vermiyor- okurun da bakış açısını daraltıyor. Bu uçurumun ağzında durmuş siyasetle, ticaretle her şeyi menfaatleri uğruna berbat edenler, herkesi herkese düşman edenler yanı sıra cepheleşme diyalog yolunu da kapatıyor. Çok iyi bir metin, çok iyi bir şiir yazmasına rağmen dergiler, mecralar, televizyonlar yazanlara durdukları yere, anıldıkları düşünce kalıplarına göre muamele ediyor, müdahalede bile bulunuyor. Bunca zaman örneğin; sizi sevmiyor, benimsemiyor olabilirler fakat şiirinizi neden diğer mecralarda göremedik? Edebi sahaların, mecraların zalimce elemeler yapan yapılara döndüğünü düşünüyorum. Dergilerin, mecraların, kanalların bu yaklaşımı hakkında ne düşünüyorsunuz? Niçin bir komünistin şiiri sağ mecralarda yer bulamıyor ya da karşıtı karşıt mecralarda, şiirlerinde siyaset ve ideolojisini dayatmadığı halde? Eskiden beridir bu var tabii ama eskiden şu da var mıydı: bir yayın kuruluşu, bir mecra kültür-edebiyat adına ortaya bir şey koymuyor. İnsan pazarlıyorlar, yanılıyor muyum? 

"Bu artık bir anarşi, bir kayıkçı kavgası bile değil" 

Sorun insanların sizi komünist, beni faşist ya da gerici olarak tanımaları ya da tanımlamaları değil. Sorun, bir kültür odağı/üreticisi olması umulan kişi ya da yapıların da bu sığ mekanikten memnun oluşları. Lümpen holiganizmi, politik çığırtkanlık bir ölçüde anlaşılabilir şeyler. Ancak bizim asıl sorunumuz, kültür üretme iddiasındaki kurum ve kişilerin sığlığı. Bu artık bir anarşi, bir kayıkçı kavgası bile değil. Brecht ve Heidegger'in birbirine uzaklığı, ya da Eliot ve Ginsberg'in derin farklılığı yadsınamaz. Ancak bu derin mesafeler, aynı zamanda Alman ya da Anglo-Amerikan kültürünün kapsadığı, sınırlarını genişlettiği alanı gösterir. Bizim ıskaladığımız bu. Tanpınar ya da Asaf Hâlet sağcı mıydı, solcu mu? Cahit Zarifoğlu'nun yanında Sabahattin Kudret olmadan bulunduğu bir şiir varlığı eksik değil midir? Türkçe, aynı anda hem Ülkü Tamer, hem Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu değil midir? 

Moda deyimleri ağzıma dolayacak, ok seslilik"ten, "hoşgörü"den, "demokratik olgunluk"tan söz edecek değilim. Hoşgörü ve diyalog sözlerini sakız edenlerin yediği herzeleri de, emek ve özgürlük konusunda mangalda kül bırakmayanların kendi konformist gettolarında nasıl uyukladığını da gördüm. İslamcının bitimsiz ihtirasına her kutsalı kurban edişini de. Türkçü-Turancı damar, sloganları bir kenara bırakıp kültür ve düşünce üretmedikçe Kızılelma'sına hiçbir zaman ulaşamayacağını görüyor mu, emin değilim. 

Allah rahmet eylesin, yanılmıyorsam Mahzuni Şerif'le son televizyon programını ben yaptım. Fuayede bir ara yalnız kaldık, ellerini iki yana açtı; "Ben de şaştım Süleyman gardaşım" dedi, "Emek, eşitlik, adalet diyorum, ‘komünist' diyorlar; Hak, Muhammed, Ali diyorum, ‘gerici' diyorlar!" Ozan'ın yaşadığını biz yaşamaya devam ediyoruz, olan budur. 

- Sosyolojinin konusu toplumdur. Mühendisler her işlerini hesap ile yaparlar. Matematikte her hamle mantıkla yürür. Toplumca azımsanır ama bütün bunlar edebiyatın kapsamındadır. Çünkü bütün toplumsal hareketler aslında edebiyatla baskın hale gelir, edebiyatla en insani şeklini alır. Bir eksik, bir fazla yukarıda saydığınız isimler gibi dengeyi dengede tutan da budur elbette. Karşıtları karşılıklı var eden de budur. Yazılanları, söylenenleri karşılıklı anlamlı kılan da. Karşıt yoksa denge yoktur, anlam yoktur; elbette bütün bunlarda hemfikiriz. Şiire gelecek olursak ben bütün bunları kapsayan edebiyatın içinde bir şey olarak görmüyorum şiiri. Aksine edebiyatın kendisini de kapsayan bir şey şiir. Edebiyatın varlık sebebi, yanılıyor muyum? Fakat yalnızca toplumda değil edebiyat ortamının kendi içinde bile şiir de azımsanan bir şey. Şiirin azımsanması, alelade bir söz sanatı gibi bir intibaya düşürülmesinin sebepleri arasında bu söylediğiniz her şeyin payı var. Yazıyı başlatan şey şiirken şiir niçin azımsanıyor? Şairler niçin hiç değilse ortaya koyduğu şiir kadar bile değerle karşılanmıyor? 

"Saygı duy ki saygı göresin. Kendi diline, geleneğine, kültürel genetiğine saygı göstermeyen kişi, saygı göremez" 

Yetmiş-seksen yıl önce, Türk Müziğinin gazino döneminde, merhum Selahattin Pınar kuliste göründüğünde, assolistlerin seslerini alçalttığı, saygıda kusur etmemek için telaşa kapıldıkları anlatılır. Bugün şaştığımız bu durum nasıl mümkün olabiliyordu? Yanıt, Selahattin Pınar'ın kişiliğinde, ortaya koyduğu etkide. Kişisel sanat karizması yanında, mensup olduğu geleneğe hâkimiyeti ve onu geliştirmedeki büyük yetkinliği Pınar'a duyulan saygının nedeniydi. Durum şiir ve edebiyat için de geçerli. Dolayısıyla sorduğunuz sorunun yanıtı iki ana etkene dayalı. 

Birincisi, bize yönelecek saygıyı hak edecek yapıt sorunu. Soruları süslü giysilerinden soyup sormak gerekir; gerçekten şiir yazabiliyor muyuz? Gerçekten sanat üretebiliyor muyuz, sormak gerek. "Sessiz Gemi" ile "Serenat", "Otuz Beş Yaş" ile "Solgun Bir Gül" arasında yüzyıllar yok. O müthiş dönemden bu çorak noktaya nasıl geldik? Türk Şiiri saygıyı hak ettiği dönemlerde o saygıyı büyük ölçüde gördü. Son kırk elli yılda kaç büyük şiir yazdık? Okuyucuyu sarsan, kuşatan, dönüştüren kaç şiir gördük? Saygı talebinden önce bu sorulara yanıt bulmamız gerekiyor. 

İkinci olarak, şunu söylemeli: şair büyük ölçüde uzlaşmayı seçti. Bu rahat, konforlu bir alan; ancak yazık ki, şiir orada yaşamıyor, soluk alamıyor. Toplumsal ya da düpedüz politik, irili ufaklı iktidarların saçağı altında barınmaktan son derece memnun görünüyoruz. Öte yandan Şairler, kendi "mahalle"lerinin bayat ezberlerini tekrarlamaktan memnun. Sömona sol, "Türkiye Edebiyatı" ya da  "Türkçe Şiir" gibi garabetlere kadar düşmüşken, İslamcı şiir politik rüzgârın yöne göre deri değiştirmekten hiç gocunmuyor. Oysa şiirden beklenen, hem alabildiğine ulusal, hem de son derece özgün olmasıdır. Bu, tüm sanatların anası olan şiir söz konusu olduğunda, özellikle böyledir. Borges'in atalarının ayak izlerini heyecanla araştırmasını anımsayın: İngiliz kökleriyle de yetinmez, İskandinav prehistorisine dek sürer bu arayışı. Çünkü şiir için anadilde, kültürel ve mitik geçmişte titizlenmek, derinleşmek ve ilerlemekten başka bir yol yoktur. Şiirin doğası budur. Bugünün şiir ortamı bu bilinçte değil. Bu yüzden, ortaya konan metinlerin çoğu, bilinmedik bir dilden yapılan çeviriler gibi. Bu saygıyı hak eden bir şey değil. 

Son olarak, toplumun algısı, okurun düzeyi konu edilebilir. Ancak onları dönüştürüp geliştirmenin tek yolu da, yine ortaya konan şiirin, sanat ürününün niteliğini yükseltmektir. Saygı duy ki saygı göresin. Kendi diline, geleneğine, kültürel genetiğine saygı göstermeyen kişi, saygı göremez.

- Biraz süslü sorular soruyorum ben de, doğru. Ama buna "süslü" demeyelim, nezaketin, tatlı dilin aşığıyım. Uzlaşmanın değil, misafirimi iyi ağırlamanın peşindeyim.

Türkçe için "Müslüman dildir" diyorsunuz. Kimi dillerin yapısal bazı özellikleri onları kullanırken eşyalara, nesnelere cinsiyet dahi atfettirir. O dilin grameri bu biçimde şekil almıştır. Fakat bu dilin Türkçe'nin "Müslüman" olduğunu ifade etmeniz çok daha farklı. Manevi, ruhani olarak değerli, evet ama inancı merkeze alınca Arapça da Müslüman bir dil. Fakat Arapça yazan Yahudiler şairler var. Türkçe yazan Kürt, Ermeni, Yahudi şairler yazanlar da var. Dil için ifade ettiğiniz bu tanımlama bu açıdan yok saymalar ya da benzer problemler doğmasına neden olmaz mı? 

'"Buğday ne kadar?' dersin, oradaki "kadar" seni "kader"e götürür, sen ona inansan da, inanmasan da" 

Benim söylediğim, "Türkçe, Yunus Emre'nin huzurunda Müslüman olmuştur" gibi bir cümleydi. Öte yandan, bunu söylerken dinin, dile de sirayet eden kültürel yönünü vurgulamış oluyoruz. Din dediğimizde yalnızca bir prospektüsü, bir kurallar ya da yasalar dizisini anlamak, Yeşil Kuşak İslamcılığının getirdiği bir sakat bakış aslında. Din, her şeyden önce bir kültür ve uygarlık çevresi  oluşturur. Bunu oluşturamazsa, klasik dinsel kaynaklarını rafine edip kültür ve sanat verimleri olarak ortaya koyamazsa, zaten başka bir şeye dönüşür. Bir inanç, yalnızca dile değil, mimariye, müziğe, gündelik yaşama, mekâna ve folklora da siner, sirayet eder. Dinsel kültür, dile kendi nüansları, incelikleri, telakki ve tasavvurlarıyla rengini verir, bunda şaşılacak bir yön yok. Udî Marko Hıristiyan bir yurttaşımızdı. Ama geçen yüzyılın başında şarkısını "Hacerl Esved imiş Kâbe-i ruhsarındaki ben" diye söyledi. Dil ve müziğe, mimari ve sokağa işlemiş dinsel kültürden söz ederken, yalnız nesnel bir yasalar manzumesinden söz etmiş olmayız. Dolayısıyla, bu o dilin konuşanının dinsel inancından bağımsız bir olgudur. "Buğday ne kadar?" dersin, oradaki "kadar" seni "kader"e götürür, sen ona inansan da, inanmasan da. 

Ayrıca, Türkçe'nin İslam dairesine girişini Yunus Emre'ye bağlıyorum. Başka herkesten çok, Yunus Emre'ye. Bugünlerde İslam adına ahkâm kesenlere, yapılıp edilenlere bakınca da, ok şükür ki öyle olmuş" diyorum elbette.

- Bunu bu biçimde açıklamanız önemliydi. Böylece her devirde olduğu gibi bugün de her yere çekilebilecek bir şeyi sabitlediniz.

Belki bir kesim sizden şiirlerinizden haberdar ama bir kesim bir şair olarak habersiz olduğu gibi televizyonlarda izledikleri o çok popüler dizilerden bir kaçının senaristi olduğunuzdan da habersiz. Aldıkları ilacın prospektüsünü ya da kitapların, izledikleri filmlerin künyelerini okumadıkları için. Yukarıda değindiğim "şairin değeri, sözün değeri" biraz da bununla ilgiliydi. Şuna geleceğim aslında, sadece iyi bir şair değilsiniz. İyi bir senaristsiniz de. Şiir dile çok şey katıyor, peki senaryo yazmak da bu denli bir katkı sağlıyor mu? Ben şiirlerinizi tercih ederim ama sizin için diğer türlerde yazmak şiir kadar önemli mi? 

"Tıpkı Türkiye'de akademisyen, bürokrat ya da çiftçi olmanın artık çok zor oluşu gibi"

 Bu benim mesleğim. Ve hayır, yaşamımda şiire denk tutabileceğim başka bir uğraş yok. Sadece senaryo değil, yazdığım düzyazılar da, kimi denemeler de şiir değil. 

Adorno, "sinema, sanat olmaya çalıştıkça trajikomikleşiyor" gibi bir şey demişti. Bu tartışma ayrı bir tartışma. Ancak Türkiye'de, film ve yayın endüstrisinin girdiği çıkmaz nedeniyle zaten çok oylumlu, kaliteli, kreatif işler yapmak çok zor. Tıpkı Türkiye'de akademisyen, bürokrat ya da çiftçi olmanın artık çok zor oluşu gibi. 

- Sanırım yeni bakısı yok ama olması gerektiğini düşünüyorum. İnsanlara şaşırtıcı gelebilir ama gerçekten öyle düşünüyorum. "Yobazlığa Övgü" adlı kitabınızdan söz ediyorum. Adında vgü" var ama ben yergilerle dolu bir kitap olarak benimsedim, buldum onu. O kitap bana hep şu dizelerinizi hatırlatır: 

bu sapsarı susması sana yabancı değil
duyuyor kamçı gibi bu acı acı değil
yanıyor Muhammedî – amma İslamcı değil
dört bir yana tütüyor kan geliyor ağzından

sen şiir sanıyorsun kan geliyor ağzından 

- Yalnızca bir tek kesime hitap eden bir kitap değil benim için. Hiç anlamayacaklar belki ne demek istediğimi, bunun için yeni baskılarının yapılması, okunması gerekiyor. Yüzleşmeler, hatırlatmalarla dolu bir kitap benim için. Muhafazakârlıkla muhafaza etmek tabii ki aynı şey değil. Ama muhafaza etmekle ya da etmemekle ilgili bir meramı var bu kitabın. Bu kitaptan biraz söz edecek olursanız eğer, "Yobazlığa Övgü" için yergiler demek doğru olur mu? Niçin yeni baskıları yok? 

"28 Şubat'ta inancımı savunuyordum, bugün Türkiye Cumhuriyeti'ni var eden düşünceyi savunuyorum; çünkü bugün canına kast edilen, O"

O iki kitap, yani "Yobazlığa Övgü" ve "Aşk ile Hain Kardeş", 28 Şubat sürecinin zorlu günlerinde yazıldı. Şimdilerde Kemal Paşa'ya söven, Cumhuriyet'e atıp tutan, Zübeyde Hanım'ın iffetine dil uzatıp Damat Ferit'e övgüler düzen sinik ve sinsiler tam siper yatarken yazıldı o kitaplar. Çetin günlerdi. Şehit Mehmetçik'in anası, başı örtülü olduğu için kışladan içeri alınmazken yazıldı. Kısmen günlük polemikleri, güncel tartışmaları içerse de, aslında o yazılar elimizden alınan, çalınan ve gasp edilen inancımıza yakılan ağıtlar. 

Yine de, yirmi yıldır o kitapların yeni baskılarına izin vermiyorum. Yanlış oldukları, ya da beni utandırdıkları için değil. Yirmi yıl diyorum, lütfen dikkat edin. 

Kendime sarsılmaz bir tutarlılık atfediyor değilim. Necip Fazıl gibi havalı aforizmalara gidecek de değilim; "benim geçmişim çöplüktür…" filan diyerek. Rüzgârgülü değiliz elbette; ama görüyoruz, yaşıyoruz ve değişiyoruz. Savunduğumuz, bir inanç bütünü, temiz bir mirastı. Ama telkin ettiğimiz duyarlığın, terennüm ettiğimiz hakikatin hangi kalpazanlıklara zemin kılındığını yaşayarak gördük. 

Bizim içine doğduğumuz İslam, insanın yüreğini doyururdu. O kitaplarda savunulan o İslam'dı. Bizim kulağımıza okunan ezan, telkin eder, çağırırdı. O kitaplarda savunulan, o ezandı. Bugün dini babasının malı gören, üstelik din kisvesi giyinip her melaneti işleyen, çalan, çırpan, kıyan, ifsat eden, tahrip eden bir uğursuz anlayış Türkiye'nin üstüne çullanmış durumda. Benim "yobaz"ım bunlar değil. Hırsızlıkla yolsuzluğu ayıracağım diye fıkıh ve mantık tıkırdatanları tanımıyorum ben. Onlarla hiç bir ortak yanım yok. Türk Ulusu'nu "din öğretilecek mevalî"ler olarak görüp de hepimizi yarı cahil medrese kaçkınlarına perestişe çağıran anlayış, benim anlayışım değil. Bakara-makara düzeni benim düzenim değil. 

İşte, o kitaplar, bu yamyamlığa meze edilmesin diye yeniden basılmıyor. 

Ama inanın bana, yarın inancı savunmak bir kez daha söz konusu olsa, kalemi eline alıp ilk koşacak olanlar yine bizleriz: yani günahkâr, serkeş, "büyük resmi" bir türlü göremeyen şair-mair takımı. O zaman bu borazanların hiç biri yine ortada olmayacak. 

Ben o gün terazinin ağır basmayan kefesindeydim, bugün de öyleyim. O günün mağdurları bu günün egemenleri ve ben bu gün de terazinin ağır basmayan kefesindeyim. 28 Şubat'ta inancımı savunuyordum, bugün Türkiye Cumhuriyeti'ni var eden düşünceyi savunuyorum; çünkü bugün canına kast edilen, O. 

O gün de, bugün de doğru bildiğimi, doğru gördüğümü yapıyorum.  

- Peki şu konuda ne düşünüyorsunuz, bazen doğru soruları yanlış insanlara soruyoruz bazen de tam tersi. Mesela şimdiye kadar 6-7 Eylül olaylarını sanık durumundaki insanlara sormadı kimse. Hep tanıklara, mağdurlara soruldu. Sizi tenzih ederim bu örnekle başka hadiseler de örnek verilebilir mutlaka bu sadece bir örnek. Soruyu sormamın sebebi de muhatabı olmanız değil; siyasi, edebi bana göre topluma yön verecek entelektüel birikime sahip bir şair olmanız. Tabii onun dışında bir birey olarak da hepimizi ilgilendiren bir mesele bu. İstanbul Sözleşmesi'nin feshi de tanıklar ve mağdurlar doğuruyor. Benim feminist yaklaşımım da sizin "sağcılık" tanımlamanızdan çok uzak değil. Bunun altını bilhassa çizmek istiyorum. İstanbul Sözleşmesi'nin feshi ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Feshedilmeli ya da edilmemeli mi, neden?

"Türk kültürüne ve aile yapısına asıl aykırı olan, kadını kimliksiz ve kişiliksiz bir nesneye indirmek"

İkide bir Ticaret Kanunumuzu İtalya'dan, Medeni Yasayı İsviçre'den aldığımızı anımsatan "ultra yerli ve milli"lerin neredeyse tümü, başı sıkıştığında Avrupa'nın hakemliğinden hiç gocunmaz. Köprü ve otoyollarda, ihtilaf durumunda Londra Mahkemeleri'nin yetkili olduğu sıkça konuşuldu, anımsarsanız. Bu ülke halkına şer'i mahkemeleri telkin edenler de, bir dönem devrim mahkemelerini dayatanlar da, yedikleri ilk fiskede Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kapısına koşmakta tereddüt etmediler, etmezler.

Oysa benim düşlediğim Türkiye, demokratik olgunluk için Kopenhag Kriterlerine ihtiyaç duymayan, bu değerler konusunda dünyaya da örnek olan bir Türkiye. Aynı biçimde, küresel iklim krizi konusunda da, kapitalizmin yıpratıcı, yok edici yayılmasına karşı model ortaya koymakta da öncülük edecek bir Türkiye. Bu ülke, bu kültür, bu çözümleri kendi koynundan çıkarabilecek bir varlığa sahip. Sorun, bizim bilincimizdeki yarılma: sorun, sömürge yurttaşları olmaya ikna olmuş zihin yapımız.

İstanbul Sözleşmesi'ni imzalayan da, fesheden de aynı politik irade. Bu kuşkusuz ilginç bir durum. Benim anladığım, politik irade bu ve benzeri kararlarla, kendi tabanını başka bir zemine, başka bir katmana dayandırmayı deniyor.

Sözleşmedeki "cinsel yönelim" filan gibi bazı ifadelerin tepki çektiği söyleniyor. Tartışma ve ona bağlı propagandanın tamamı da, bu ifadelerden, bunların "Türk aile yapısı" ve "toplumsal değerler"i ile çelişmesinden çıkıyor.

Öte yandan, sözleşmeye şiddetle itiraz eden kesimlerin kadın cinayetlerine ya da çocuk istismarına gık çıkarmadığını görüyoruz. Oysa "Türk aile yapısı"na asıl ters olan şey, kadınların neredeyse sistematik biçimde öldürülmesi ve bunun yüksek bir infiale neden olmaması. Aile yapımıza ve değerlerimize ters olan şey, baktıkları her şeyde harem gören tiplerin tarif ettiği şey değil; bu değerlere aykırı olan, çocukların istismarı, öksüzün itilip kakılması. Türk kültürüne ve aile yapısına asıl aykırı olan, kadını kimliksiz ve kişiliksiz bir nesneye indirmek. Tüm bu cinayetlere sessiz kalan hiç kimsenin bu sözleşmeye itiraz etmeye hakkı yoktur diye düşünürüm.

Özellikle böyle bir dönemde, benim görüşüm, sözleşmenin iptalinin yanlış olduğu yönünde. Ama yine söylüyorum: tüm bu konularda kendi çözümünü, kendi adalet duygusunu, kendi saygı ve insani tutumunu ortaya koyamayan bir Türkiye, bu gelgitleri daha çok yaşayacaktır.

- "…kimi konularda hemfikir de olabiliriz, neden olmayalım" demiştim. Ben sizinle pek çok konuda hemfikirim. "Süleyman Çobanoğlu benim için önemli bir şair" bunu yazmış ve söylemiştim de. Burada "önemli" kelimesi o kadar basit kalıyor ki, tekrar ediyorum bu yüzden. İnsan bir şeyi reddecekse en çok ona çalışmalı, onu okumalı. Ben hep öyle yapmaya çalıştım, adaletli olabilmek için. Başkalarına yaranmak için değil, kendime doğru olanı söyleyebilmek için. Benim sizin şiirlerinize hayranlığım bir sır da değildi zaten. Ece Ayhan, İsmet Özel, daha pek çok şair –burada sizi tekrar tenzih ederim- kişiliğiyle, karakteriyle sevebileceğim şairler değil belki ama "hakiki nitelikte" şiir gerçekten hayatımı anlamlı kılan şey. Bu şiirler arasında sizin de şiirleriniz var. Bana vakit ayırdınız, dilim sürçmüşse-hatalar ettimse bile gönlümü kırmadınız. Teşekkür ederim, bir gün yine yan yana gelmek dilerim.

İstisna da değilim, müstesna da. İnsanların beni nasıl gördüğünü bilemem, bilsem de bu bir şeyi değiştirmez. Ozan ne vaizdir, ne hocadır, ne önder. Sadece anadilime, beni var kılan engin Türk Kültürü'ne yaraşır bir kaç dizenin peşindeyim.

Ben de ilginize teşekkür ederim.

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim