19 Mayıs 2024

Nasıl dönüşürsün bilmem, ama çöküşün müthiş olacak!

Fotoğraflarda ekmeği eşit bölmekten söz edenler, fotoğrafların arkasında birbirlerinin ekmeğine nasıl hükmedebileceklerinin hesabını yapmaktalar. Birbirlerini ateşe atmayı bıraktıklarında bilirler ateşlerinin söneceğini… O ateş söndüğünde o karanlığa dayanamayacaklarını bildikleri için her gün o "ateş yansın," diye su taşırlar unutuşun nehrine

Yazıya gelip dökülebilmesi için insanın, galiba bir şeyin gelip onun içini parçalaması lazım. İnsanın içini parçalayacak biçimde bir "Ahh" dediğimizde yazıldığı gibi değil, söylendiği gibi okunmalı. Cennette doğup burada ölmeyi beklemenin insanı buna ikna edecek kadar güçlü bir anlamı olmalı. Liyakatin, adaletin, sınanmaların, sınavların ne olduğunu liyakatsiz, sınavsız yumuşacık koltuklara yerleşip konum sahibi olanlardan öğrenecek değiliz. Bu toplumda bu hep böyledir, yara almayan sesini çıkarmaz. Ses çıkarmaya başladığında da artık onu kimseler duymaz, anlamaz. Çünkü kurşuna dizilmiş İranlı bir şairin dediği gibi, "Elbette bir, eşit değil bire." Yazacak hale gelmek için doğmuş olmak yeterli bence. Seneler önce çok yakın ve genç bir doktor arkadaşım meslekten ihraç edilmiş bir polis tarafından tecavüze uğradığı için -aradığı adaleti bulamayınca haliyle bunu kaldıramamış- herkesle bir şekilde vedalaşıp kendini asmaya, ormana gittiğinde, "İnsanlardan nefret etmek istemiyorum,"* diye not bırakmıştı. Ondan kaçtığı şey, maruz kaldığından çok daha fazlasıydı. Dışarıdaki dünya bu insanlarla dolu… Aradığını sandığı şeyin eşitlik ve adalet olduğunu anlayıp da onu bulamadığında kast etmesi gereken şeyin canı olduğunu düşünüp gözünü bile kırpmadan kendini hedefe koyanlarla… Rabbin eliyle elemin izi gibi benim gibilerin etine işlenen de bu işte. Biz edebiyat yapmıyoruz, biz edebiyatla bir yol arıyoruz. Kurgularla gerçeklerin deşifre olmasını istiyoruz. Kimsesiz kalmasın diye kimsesizliğin yanında durmak istiyoruz. 

Biz hakikati isteriz, çırılçıplak ve aracısız muhatap olmak Allah'la. Biz bu yüzden kitaplara sığınıyoruz ve yazarların, entelektüellerin, aydınların, âlimlerin, mutasavvıfların kitaplarda ettikleri sözlerin arkasında durmasını istiyoruz. Ettikleri sözlere yakışır biçimde yaşadıkları bir hayat görmek. Bir yaşamak varsa, hep beraber yaşayalım diye. Fakat görüyorum ki bu mümkün değil. Karamsarlar, ışığı bir defada içtikleri için bir alev topu gibi dolaşırlar aramızda. Bu yoksullar bu zenginleri dişleyecek bir gün! İşte o zaman kan akacak gerçekten. Dünyaya baka baka sonunda anladım ki, ben de onlardan biriyim şimdi. Nasıl ki dindarlara söz söylemeye hakkımız yoksa dincilerin de ticaret hukukundan haberi yok. "Uğrunda her şeyi feda ettiğimiz, çabaladığımız herkes ve her şey O'nun bir tecellisi miymiş sadece?" diye iç geçirdiğimde daha da iyi görüyorum, herkesi parçalayan çıkarların arasında bir hüzün çarkı döndürüp duruyor yeryüzünü. Ne yazdığınızdan çok, nasıl yazdığınıza bakanlar bunu anlayamazlar. İçinde yaşadığı toplumdan yazan birinin anlayış beklemesi acınası bir şey zaten, yazmak meydan okumaktır. Bu, yazdığı mecraya memur olanların yapamayacağı bir şey... Meydan okuyanlar meydan dayağından korkmazlar. Çünkü bilirler, elbette gül atanlarla taş atanlar bir. Galiba bu yüzden tanıyorum "insan"ı ve gözlerim kocaman değiller artık eskisi gibi, dehşete ve ürperişlere doymuş olmaktan.

İnsanın doğduktan sonra dünyaya alışabilmesi için sadece ona ait bir zamana sahip olması gerek

Gerçeğin yansımaları arasındaki bu acı hakikati görmekten bunların hepsi. İnsanın doğduktan sonra dünyaya alışabilmesi için sadece ona ait bir zamana sahip olması gerek. "Kendine ait bir hayat"tan söz ediyorum. Bu krallıkların, saltanatların arasında manipülasyonlara ve ikna olmaya, aldatılmaya müsait ve doğrusu mecbur da olmayan. Yoksa birden beliren buhran dönemlerinde bu kurtlar sofrasından nasıl çıkacak insan, sağ selamet? İnsanın hâlini kabulünün hâlinden razı olmaya sığmayacağını bildiğimden. Ölümden sözler ettiğim zaman insanların çoğuyla hemdert olduğumuzu biliyorum, nasıl yaşadığını insanın nasıl öldüğü gösterir. Ben de onlar gibi haysiyetli, şerefli bir ölüm istiyorum. Kendini göstermek isteyenlerin tepinişleri arasında onların ne yazık ki bir değeri de yok ve elbette onları görmeye dayanacak kadar takatli ve kudretli gözler de yok. Herkes acısını elbette birileri görsün istiyor, ama artık acılar da imitasyon. Bütün kitaplar ne hikmetse birbirlerine benzemeye başladılar ve insanlar. Aynı marka eşyalar ve otomobiller gibi. Edebiyat bir hobi bahçesi olduğundan beridir bu böyle. Ne de olsa arabeski seven bir toplumuz ve dini lakırdıları; bu yüzden kiliselerdeki ikna odaları, cuma namazları, "içimiz rahat etsin" diye bin herzeyi bir seferde yutup sindirdikten sonra her şeyi. İstatistikler sadece sayıları gösterirdi eskiden, o sayılar da bir şeyler söylerdi ki artık o sayıları da "birileri istiyor," diye değiştirenler yüzünden, her şeyin gelip üst üste yığıldığı bir yer oldu televizyonlar, gazeteler… Oturup bu sesleri dinleyip, görüntülere baktığımız köşelerde kalplerimiz bir mum gibi eriyip akıyor içimize. Gençliğimiz, birikimlerimiz de öyle. "Devir, sultan deccal devridir" demiş Nefi, o günler ne kadar haklıysa, bugün de o kadar haklı. Şimdi birden tekrar edesim geldi bunu, çünkü bazı tekrarlar bir başkaldırıdır ve tekrarda hayat vardır! Bu ebedi planda bir son olarak yazılmış olsa da. 

Söyleyişi söylediklerinden acı birileri ortaya çıktığında, edebiyatın koynunda demlenip sonra birden palazlanan ve artık insanlara konuşabilecekleri ve bunun karşılığını çok kolay bir şekilde alabilecek duruma gelip "umutlu olalım" diyenlerde bir karın ağrısı var şimdilerde. Çünkü kaybetmek istemezler, hem uyurgezer hem tüketmeyi sever o kalabalığın elinden yedikleri ekmeği. İşte bu ikiyüzlülük İslam'dan, hümanizmden daha çabuk yayıldı ve bunu yaparken de yine hümanizmden, İslam'dan faydalandı. Dünya göz göz olmuş kana batarken "Siyaset yapma, edebiyat yap" diyenler toplumun etini kemiğine kadar sıyırmış iktidarların ancak onlardan yana sözler edenleri doyurduklarını görenler, dünyanın acısıyla yan yana gülümseyerek fotoğraflar çektirmeye devam edecekler, çünkü "zaman Tanr'nın gözleri" varsayımına sırtını verenler, saatlerinin gözlerini kol ağızlarıyla örtecekler. Unutarak, tarihin o fotoğrafların arkasına gerçeği gösteren notlar düştüğünü, senin, benim, bizim kanımızla…

Bir mahallede yaşayan insanlar bile birbirlerini böyle iyi tanımazken edebiyat, siyaset, sanat ortamında herkes herkesi elbette çok iyi tanır. Bütün bunların birleştiği yer ranttır, ticarettir. Bütün küslükler, kıskançlıklar, kavgalar, didişmeler, düşmanlıklar da işte bu yüzden. Dünyada ne oluyor da kötüye dönüşüyorsa, "Gel sen de bu eşikten geç!" derken eşitliği bozmak isteyenler yüzünden. Aynı eşiklerden geçmek, aynı beşiklerde büyümek "eşitlik" demek değilmiş gibi. Zira, "denklik" başka bir şey. Bu tanışlar, utanışları kaldırmıştır tedavülden. Güçlü olanın haklı mı haksız mı olduğunun böylece bir önemi de kalmamıştır. İlk gençliğimde diplomatlarla, bürokratlarla beraber oturup kalktığım masalara kustuğumu hatırlarım, çünkü o zamanlar şimdikinden daha dürüst, daha mert yazarlar, gazeteciler vardı. Şimdiyse, "Filistin Edebiyatı ve Dili" diye de bir şey var artık. Filistin ya da benzeri hiçbir yerle ilgisi olmayan... "Orada kahve içmem, burada içerim" diyen protestocular örneğin, yine de oturup bir yerde içleri rahat içerler o kahveleri. İyi niyetlerinden şüphe duyuyorum elbette, çünkü insan nasıl çiğner yutkunmadan hiç, o insan kanına batmış ekmeği! Bu ümmet öyle bir ümmet ki, efendisinin cenazesini üç gün yerde bırakıp biraz ötede, "Kim lider olacak?" diye birbirilerini hançerleyenlerin nesli. Friedrich Engels'in hayatının sonuna kadar finanse ettiği, "Karl Marx'ın da uşakları vardı," dediğimizde birden ayağa kalkanlar, tuzu kurular, bu coğrafyada artık tuzun da koktuğunu anlayacaklar. Bazı satırların sonuna doğru kabaran öfkelerin kırdığı kalemlerin sesini duyuyorum şimdiden, "Dünyanın şarkısıdır işte bu" diyorum, hakikate âşık bir meczup gibi itip tekmeleyerek onu, düşünmeden hiç kaybedebileceği hiçbir şeyi. İşte buna, "ahmaklık" diyecekler. Desinler. 

"Empati" biraz enayiliktir, doğru. Dürüstlüğün "eziklik" olarak nitelendirildiği bu coğrafyada eğer dürüst, çalışkan, herkesi eşit tutmaya çalışan, "herkesin ışığı yansın ki, herkesin evine ekmek girsin" diye çabalayan biriyseniz, elbette çok fazla yaşayamayacak ve her yeni girişimde vitrinlerde en pahalı raflarda görünmek isteyenlerin suikastına uğrayacaksınız. Hem saygıya hem sevgiye aç! Bir dizide bir kabadayı rolü giyinmiş de onu bir daha üstünden çıkaramayanların aslında kim olduklarını olur da nizam-ı âlem yeniden hesaplanıp rejim değiştiğinde anlayacaksınız. Belki de rejim çoktan değişmiştir, bunu gösteren şey sofralara konan ekmeklerin sayısıyla, gramıyla doğru orantılıdır. Ya onlar gibi olacaksınız ya onların istediği gibi ama bunu yapamadığınızda değil, yapmadığınızda sizi dünyalardan koparmak isteyenler göreceksiniz, yapışmışlar yakasına dünyanın. Kollarında en az yarım milyonluk saatler, size sabırlı olmaktan, metanetli olmaktan sözler ederken şatafatlı hayatlarını yaşamaya devam edecekler, bihabermiş gibi kliniklere yatan ve intihar eden "insan sayısı"ndan. Rabia Naz'lar, faili meçhuller, adliye koridorlarında haklı olduğu halde takipsizlikle sonuçlanacak senelerin sonunda hayatları tüketilenler, kadın cinayetleri, Cumartesi Anneleri, atanamadığı için okuduğu senelerden utanıp intiharları artık üçüncü sayfalara bile haber olamayanlar, çocuk işçiler, iş cinayetleri, yoksulluk ve onun getirdiği ölümlerden yapılmış bu ilahi ahlar onların da yakasına yapışacak elbette bir gün… Pratikte değil belki ama teoride -siyasal İslamcılar severler böyle şeyleri- harama değen o eller de bir gün gelecek ayrılacak o bileklerden.

Bütün canlılar arasında sadece insan bozuyor şuurunca her şeyi

Bunca şeyi getirip şuraya dökerken yani "iktidar" derken sadece ülkeyi yönetenlerden söz etmiyorum. İktidarların yarattığı muhalefetlerden, edebiyat kanonlarından, İslami tarikatların avam kökenli, tasavvufçularınsa güya daha elit bir sınıfı temsil eden sanat, edebiyat insanlarından, halk tabakalarından söz ediyorum. "Etle tırnak birbirinden ayrılır mı hiç?" derken birbirlerinden sınıf sınıf çözülüp ayrılan... 1980'lerde dönemin en hızlı solcularının birden siyasal İslamcılığa geçiş hızlarını anımsıyorum da, o aldandıkları vitrinlere dönüp dönüp bir daha bakıyorum ve oraya bir Tanrı'yı nasıl sığdırdıklarını anlayamıyorum. Diyelim ki, "sığdı." Evreni yaratan bir gücü kafeste tutup pazarlayanların insanlara tutsaklıktan başka ne vaatleri olabilir yahut sağın büyük yazarlarının ezdiği kendi genç kalemlerinin daha fazla özgürlük için kendilerini "oksimoron" bir biçimde "seküler Müslüman" diye tanımlamaları? Müslüman sadece Müslümandır, seküler meküler hikâye! Bütün canlılar arasında sadece insan bozuyor şuurunca her şeyi. Neden? Büyük insanlıktan sözler ederken insanı yerden yere vuran kendi cenahımdan zaten utanıyorum. Birbirlerinden tiksinerek, birbirlerinin yolunu kesen, ışığını söndüren, fırsatını buldu mu asil olmanın bir gereğiymiş gibi birbirlerini dışarıda bırakıp birbirlerini aşağılayan, azımsayan ve jenerasyonun değiştiğini bir türlü kabullenip yerlerini kendilerinden daha haklı daha zeki ve daha genç kalemlere bırakmaları gerektiğini bile kabullenemeyen ve "İnsan hakları" lakırdıları ederler. Toplumsal bir mesele ortaya çıktığında gündemi sadece o mesele meşgul ediyor diye kitaplarını alıp oraya kanaat önderi ya da toplumun tek büyük öğretmeniymiş gibi koşanlardan söz ediyorum; bir eliyle katil bir eliyle savcı, bir eliyle hırsız bir eliyle polis olanlardan. Bölündükçe çoğalıp artan ama yetmeyen, yetindirmeyen bir şeyler var artık. Yoz solculardan, yobaz sağ aydınlara aceleye gelmiş olmalı ki "Yanlış Cumhuriyet"in** çürük meyvelerini topluyoruz. Öyle ki birilerinin kendi hayatlarını bağladıkları sınıfları inşa etmesi için göz gözü görmesin bir duman gibi tüttürdükleri yalanlar saçan ağızlara bakmaktan bir araya kendi kendine gelse de su, tuz ve un artık ekmek yapmayı bile bilmiyoruz.

İyi kitapları öven yazılarımızı alkışlayanlar, "Şurada bir hata var, şurada bir yanlış!" dediğimizde, neden heyheylenirler? Enflasyonun altında kalmış bir toplumun, "canı çıksa sesi çıkmaz," diye en büyük en acı afetlerde bile yutkunmadan, "Ama bu da bizim işimiz, bizim de hayatımız bunlara bağlı," diyerek unutuşun nehrine su taşıyanlardan neden soğumaz kimse? Kadere karşın insanın iradesi üzerine gerilmiş bir dirim olduğu hakikatini gerçeğin yansımaları arasına gizleyenlere "Siyasetçi" deriz. Edebiyatçılar, gazeteciler gibi artık mankenler, bir şekilde televizyon ekranlarında onlara fıstık atılsın diye bi'şeyler geveleyenler de öyle elbette. Buna mankenlikten toplum bilimciliğe geçiş yapanları da ekleyebiliriz. Bütün dinleri denemiş, bütün yataklardan geçmiş ve sonra kürkçü dükkânına geri dönmüş "ahlak dersleri" verenler de dâhil. Çünkü herkes gelir sırtını ona dayar, "Vatan millet Sakar/ya!" Bu hayat nasıl bir otobansa, sinyal vermeden hızla şerit değiştirenlerin ezip geçtiği bir halk var ayaklar altında. Bilgisiz ve hissiz bilgelerle dolu ortalık… Sokrates'in bile düşünmeden dile getiremediği sözler edip halkçılıktan, yoksulluktan dem vura vura kapitalist süreçleri hızlandıran reklam filmlerinde içleri rahat, kusursuz oyunculuklarını sergileyenleri zaten tebrik ederiz!

"Dünya" derken herkesin evi olsun istediğimiz yerden sözler ederiz hâlâ

Dünya şöyle bir kenara! Gerçi o da bir evdi ilk günlerinde hepimiz için, ama bunu hatırlayana. "Dünya" derken de herkesin evi olsun istediğimiz yerden sözler ederiz hâlâ, sadece bir tek ev bile bütün ülkenin ve hatta kâinatın gerçekleşen kötü bir kehanet gibi çizilmiş projesi olabilir bu nedenle. Görüntülerden örüntüler oluştuğunda bunun da böyle olduğunu anlamıyor muyuz aslında? Bizim toplumumuzda görüntülerin yarattığı sözcüklerle yürüyenler saygı görür ve nimetten sayılırlar, kendi ekmeklerini kendilerinden olanlara bölerken etrafa saçtıkları kırıntılar yüzünden. Siyaset, sadece teoride bir bilimdir ve "babadan oğula" geçen modern saltanatlar arasında iktidar olanların kendi sınıflarını yaratırken de kullandıkları bir prim dağıtma sistemidir. Edebiyat da öyle artık… Televizyonlarda, sosyal medyada kendi dünyalarından başka hiçbir dünyayı görmemiş ve bir zamanlar ahlaki olan her şeye başkaldırıp toplumu daha o günler kemirenlerin bugün birden toplum bilimci, ekonomist ve hatta toplumun kanaat önderleri gibi konuşma rahatlığını elde etmiş olmaları da bu yüzden değil mi?

Aklın ahlakla ilişkisini maddesel değerlerin üzerine kuranların dünyasıdır, bu dışarıdaki dünya… Fotoğraflarda ekmeği eşit bölmekten söz edenler, fotoğrafların arkasında birbirlerinin ekmeğine nasıl hükmedebileceklerinin hesabını yapmaktalar. Birbirlerini ateşe atmayı bıraktıklarında bilirler ateşlerinin söneceğini… O ateş söndüğünde o karanlığa dayanamayacaklarını bildikleri için her gün o "ateş yansın," diye su taşırlar unutuşun nehrine. Değirmenler dönsün, pervaneler ateşi körüklesin. Seçkinleri seçenlerin aşağıda ezilip yok oluşlarını sanki aynalara bakarken bile görenler ki onlar, gözlerini yumduklarında gördüklerini ortadan kaldırdıklarını sanırlar. Her yeniçağ gibi bu çağ da kıyımlarla başlattı dönüşümünü. Nasıl dönüşür bilmem, ama çöküşü müthiş olacak!


* https://www.hurriyet.com.tr/gundem/doktorun-sir-olumunde-korkunc-iddiayi-dogrulayan-gelisme-40505153

** Yanlış Cumhuriyet, Sevan Nişanyan

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

İnsanlar doğarlar, büyürler ve ölürler: Zoraya ter Beek, hepsi bu kadar mı?

İntiharlar konusunda fikirleri hiç değişmemiş biri olarak soylu bir davranış gösterisi gibi sunulmasına karşı olduğum kadar bu yolu seçmiş birçok insanın haklılığını da görmezden gelmedim hiç. Bir insanı bu davranışa götürecek koşulların içinde sıkışmış görmek de buna nedenler yaratabilecek güçtedir daima. Koşulları değiştirme girişimleri karşılıksız kalmış herkese şunu tavsiye ederim, uyum sağlayamadığınız yeri terk edin. Fakat bu terk edişler evrenin dışına atılacak adımlarla olmak zorunda değil

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir