14 Temmuz 2024

Kendini hakikate adayanlar, burada buluşalım: Erken Hasat

İnsanın haykırma isteğinin kendi kendine bir mırıldanmaya dönüp sesinin ağzının içinde çürür gibi dağılıp gitmesine engel olan şiir, kendiyle uzun süre baş başa kalanların kendilerinden yapılmış bir kliğinin içinde rehabilite olabilecekleri mekânı da yaratan şeydir. O mekânı yaratan şairlerden biri Norveçli ve bir sufî gibi yaşamış olan Olav H. Hauge

Olav H. Hauge

"Yıktırmam sana bu duvarları, yıktırmam!" diyenler… Duvarınızı yıkmayacağız, ama ona, güneşe bakan ve bulutları gören güzel bir pencere açacağız.

Bir zamanlar şiirler yazardım ve çok gençtim ve çok uzun yaşamamaya dair çocuk yaşta bazı fikirler edinmiştim. Bazı şeyleri değiştiremiyor olmak ilahi bir zulüm gibi gelirdi. Buna konu olan insanın kendi kişiliğidir tabii. Haklılığımın bugün de durup durup altını yaşamımı sürdürerek çizerim. Kendi olmanın farkına henüz on bir yaşında vardığını söyleyen ve bu farkına varışı "Bir sis bulutunun arasından çıkmış gibiydim" diye ifade eden Jung gibi hissetmiştim hep.

Jon Fosse ve Olav H. Hauge

Akli melaikelerine mukayyet olmakta güçlük çeken her genç şair gibi beni de sabitleyecek, sakinleştirecek o şiiri, o şairi arardım. "Bunlar belki de Tanrı'nın fikirleriydi de bana ruhum bu yüzden ağır gelirdi" diye düşünürdüm ve daha gençken şairleri daha bir başka severdim. Romancılardan, öykücülerden farklı olarak şairler, kaçabilecekleri halde kaçmayıp bir de bulundukları yerde bir çukur kazıp onun içine yerleştikleri için galiba. Doğduğumda "âleme gözümü açtım" diye ben de sıkı sıkıya tutunacak bir inancım olsun isterdim. Şiir, bu yüzden de önemliydi hep. Onda ruhun bütün karanlık tarafları ışığa tutulmuş gibi gelirdi bana. Şairler ne kadar kötü hocalar olsalar da şiirin yeryüzündeki en müthiş mektep olduğuna inanırdım. Bu inancımı hiç de kaybetmedim. Taşa baka baka yazılan şiiri yazan da elbette şairdir, bir şeyler söylemesi gereken değil, ama hep bir şeyler söyleyen o şiiri yazdıran taşı da görmek için. İnsanın, "kalbim, kalbim" diye tutup debelendiği şeyin varoluşun kıskacında sıkışıp kalmış ruhu olduğunu gördüğüm için. Ben o şiiri, o şairi hâlâ arıyorum. Olav H. Hauge ile de işte böylece tanıştım. İnsanın haykırma isteğinin kendi kendine bir mırıldanmaya dönüp sesinin ağzının içinde çürür gibi dağılıp gitmesine engel olan şiir, kendiyle uzun süre baş başa kalanların kendilerinden yapılmış bir kliğinin içinde rehabilite olabilecekleri mekânı da yaratan şeydir. O mekânı yaratan şairlerden biri Norveçli ve bir sufî gibi yaşamış olan Olav H. Hauge. Okur içinse bu mekân Hauge'ın yazdığı şiirlerdir.  

"Olur ya,
Tırpanına yaslandığın
Bir yaz akşamında
Bir an takılacak gözün
kayalığa,
derler ya,
tam da
kırılacağı yere
ve olur ya,
yatarken uyku tutmadan
ve kulak verdiğinde
taşların göçmesine
bir gece. 

Ve heyelan geldiğinde
beklenmedik olmayacak.
Düzelteceksin zaten hemen
yemyeşil tarlanı
kayaların altındaki
-kaldıysan o an hayatta." 

Olav H. Hauge çalışma odasında

Dünyaya geldiğimizde başlayan süreç onu algılamaya başladığımız ve algıladığımız kadarına verdiğimiz tepkilerin artık bizim tercihlerimizle şekillenmeye başladığı andır. Tercihlerimizin gönyesini tutansa, içine doğduğumuz koşulların ve çevrenin çoğu zaman elimizde olmayan ve bizi konumlandıran böylece daha çabuk daha kolay yaftalanmamızı sağlayan açısıdır. Onu, bugün dünya edebiyatında konumlandıranların "Norveç'in Taşralı şairi" diye yorumlamaları da "Taşra"nın bir konum değil, zihniyet olduğunun göstergesidir. Ne yazık, buradan durup baktığımızda şiirleri hâlâ yayımlanamamış, belki de o müthiş şiiri yazacak vakti henüz bulamadan bu dünyadan sessizce geçip gidecek şairler var aramızda. Olav H. Hauge onlardan biri olmaktan son anda sıyrılmış bir şair. İlk şiirleri neredeyse orta yaşların ortasında yayınlanmış ve hayatını sanki dünya ile kendi dünyası arasına çekilmiş çitlerin arkasında yaşamıştır. Ta ki, şiirin ona beklediğini bilmediği halde beklediği ve onu seven birini getirdiği güne kadar. Şiirleri keşfedildiğinde, aslında kendiliği keşfedildiğinde, onu bir söyleşi sırasında dinleyen ve sonra da gelip ona evlenme teklif eden Bodil Cappelen ile olan evliliği siyah beyaz hayatını bir anda renklendirmiştir. Çünkü yalnızlıktan başka hiçbir şey görmemiş biri için hakikat sevdiğine değil, belki de onu koşulsuz ve kendi olduğu için seven birine kavuşmasıdır. Ama Hauge, şüpheden yaratılmış gibi onu sevindiren bu rüzgârdan zaman zaman uzaklaşan biridir. 

"Nedir beni böyle iten dışarıya
altında bu hırçın sabah göğünün?
Bu mavi yıldızlar, hiçbir şey beğenmeyen,
Ne arar, ne isterler?" 

Aile hayatında birçokları gibi "yerleşik ve yabancı". Belki bir aileden söz dahi edemeyiz. "Aile" deyince "ev" ve evler toplumların kara kutularıdır, şairler de öyle. Bütün hayatını aile mülkü olan bir elma bahçesinde bir ırgat olarak geçirmiştir. Evlerin aziz kölesi olmak ne demek bilemezsiniz. İstemediği halde teknik bir lise okumuş ve bugün bile refah seviyesinin en yüksek, insanın bir "değer" olarak varlık sürdüğü bir ülkede doğmuştur.

"Norveç" deyince akıl tutulması yaşayan ve Avrupa ülkelerini gözünde çok büyütenlerin biraz daha kuzeye gittiklerinde görecekleri şey bir şairin hayatının büyük bir bölümüyle kenara atılmış bir örneği de olan Olav H. Hauge'dır. Çünkü aile bir kenarda yaşamanın her toplumda aynı biçimde var olma şeklidir. Hayatı boyunca yalnızca yazanlara özgü olan değil, insanın doğasına özgü olduğu halde kentlilerin gündelik işler ve başkalarını seyirle meşgul olmaları yüzünden farkına varamadıkları ruhsal problemlerle geçirmiştir ömrünü.

Aşağılanmalar, alaya alınmalar, azımsanmalar, yok sayılmalardan yapılmış imalardan çok daha geniş ve daha yaratıcı olmuştur yine de Olav H. Hauge'ın yalnızlığı. Öyle ki, çoğu zaman şiirleri hakkında sorulan sorulara, "Şiirlerim hakkında konuşmuyorum" demiştir ve bir bahar günü öldüğünde ölünce badem gözlü her şair gibi, "Zamanın önde gelen şairi" olarak anılmıştır. Yalnızca şiir yazarken durulan akıl hastalığının nedeni elbette bu yok sayılmanın nedenleri arasında olan yoksunluk ve yoksulluğuydu. Biz orta sınıfın şımarık çocukları "yoksulluğu yazıyoruz" diye gönül eğlerken yoksulluğu yaşayarak yazanlar hakkında bence bazen fazla romantik sözler ediyoruz. Oysa yoksulluk romantize edilemeyecek kadar ciddi ruhsal problemlerin de kaynağı olmuştur her zaman. O yoksulluk birçok insanın attığı her adımın önünde hayatın kırbaç sesleriyle yolunun kesilmesidir. İnsana bilmediği koşulların ortaya çıkardığı şiirlerin sesi de tıpkı uzaktan gelen davulun sesi gibi hoş gelir. Peki ya onun yarattığı ruh halinin insanın içinde kopardığı fırtınaların sesi? Duysaydınız o sesleri, bunlara dayanabilir miydiniz?

Hauge hakkında yazanlar, konuşanlar onun bir bahçıvan olduğunu söylemeden geçmezler ikinci satıra. Sıradan bir hayatta kimselerin önemsemeyeceği bir meslek… Oysa o, hayatı boyunca sevmediği bir iş yaptı. Budadığı ağaçlara verdiği coşkuyu hayatının hiçbir anında bulamadı. Fakat eğer ilk gençliğinde daldan koparılan bir elmanın bile dünyanın dengesini değiştirdiğini bilebilseydi eğer, belki de şair olmaz tüccar olurdu. Benim gibi. Kâinattaki en zeki insan toprakla temas eden insandır, ahmakları bilemem, ama akılsızları bile akıl sahibi yapmıştır. Toprak, hayatın anlamıyla hayatının anlamı arasında yolunu bulmayan havarileri ana yola çıkarır ve unutturmaz hiç insan olduğunu ve insanla muhatap olduğunu, ona dokunduğunda. İplik iplik kopan dirim de oradadır, o dirimi diri tutan bir zaman, ölüm de. Kişi, varması gereken yere vardığında bunun farkına varamasa bile. Çünkü şiir, o toprağın görünür kıldığı tabiatın ortaya çıkardığı aşkınlığın da bir ürünüdür. Ruhun karanlık tarafından fışkıran ışığın kaynağı da budur. İnsanı delirtecek eşiklerden aklı başında geçebilenlerin coşkusunu ortaya çıkaran. İnsanlar arasında en sakin görüntüye sahip olanların coşkusu kaynağını daima tabiattan alır. Nobel alsa da almasa da erdemli bir deli olan Olav H. Hauge de onlardan biri. Dünyaya sırtını döndükçe önünde dünyayı görenlerden… Her ara öğünde önümde bir elma belirdiğinde, daha çok düşünüyorum onu. "Sende gençliğimi görüyorum" diyenlerden bir tık daha ileri ve ben de onda hayatın nasıl son bulması gerektiği hayalimi görüyorum. Bir derviş düşünün lâ dini, yok haberi tabiat dışında hiçbir şeyden.  Az insanla çok konuşan biri yapar bu sizi. Nazi sempatizanlarıyla dahi mektuplaşırken, onların da karanlık tarafına bakan Hauge gibi. Yani Spinoza da tabiatla tabiatça dile gelmemiş miydi, bir Tanrı tasvir ederken hayatı boyunca? Biz insanların tapındıkları her şey başka başka biçimlerde dile gelir ve hatta göze dahi görünebilir. Hauge, hayatı boyunca elma ağaçları arasında bir insanın bir başka insana söyleyebileceği her şeyi kendi kendine söylemiş biri gibi çarpılmıştır deliliğin avuçlarında. Usul usul delirmek nasıl bir şey düşünün… Kendinden bir "sen" yaratmıştır her şiirinde, dosdoğru konuşabilmek için kendiyle. Belki de Hesse'nin "içimizde" dediği Tanrı'yla. 

Bütün hayatını çitlerin arkasında bir dünyada geçirirken, başını kaldırıp göğe baktıkça şiirler yazdığını hayal etmek aşırı derece hoşuma gidiyor nedense. Bir elma üreticisi olmanın da payı var bunda elbette, fakat kimi mitolojik hikâyelere dayanarak, elmanın başlattığı yaşamın yarattığı bir şair söz konusu bu eksen eğriliği üzerinde. Deliliğin dünya edebiyatına bir armağanıdır kendisi. Ben bu deliliğe hidayete ermek diyorum tabii. Fakat deli, kime göre neye göre deli? Entelektüel bir bahçıvan, uzlet köşesinde bir ucube bir meczup gibi yaşamış yıllarca, ama uzun yıllar boyunca sevmediği bir işle geçen hayatının altında büyüyen sessizliğinin de budayıp yeşerttiği bir şair oluvermiş birden. Böyle şairler anılmayı çok seveler ve şımarmayı da hiç bilmezler, öğrenemezler. Bu nedenle "sadece şiir yazıyor" diye "şair" diyemeyiz kendisine, ona bir "aziz" bir "bilge" de diyebiliriz. Dünyadan çok uzak bir başka dünyada oturup şiir yüzünden başka dillerde yazılmış şiirleri okuyabilmek için sözlükler, kitaplar okuyarak kendi kendine diller öğrenmiş, çeviriler yapmıştır. Ve buna elbette delilik denecektir.

Modern Norveç Edebiyatı'nın aşırı ölçülü imgelem denizinde bir siyah damla. Ne ondan uzak ne de onun bir parçası aslında. İsveç, Danimarka ve Norveç'in bir zamanlar aynı düzlükte bir bütün olduğu günlerden geriye kalan o dili kullanmış. Her şey birbirinden ayrılmış, başkalaşmış, ama o hep Garip Akımı'nın başka diyarlarda yazılan şiiri gibi şiirler yazmış. Yani onun en büyük özelliği bir bahçıvan olması değil, dil üzerinde çalışarak da şiirler yazmış olmasıdır.

Kuş bakışı bakabilseydik hayatına, şunu görecektik kesinlikle, cümlesini tamamlayanın anlamlı bir nokta olduğunu yeryüzünde. Büyük yalnızlıklar insanların hayat koşullarının da şekillendirdiği çizgilerle çıkar ortaya. Her sağlıklı çocuk gibi yetiştiğinde masalları bir kenara bırakmış Hauge de. Erken yetişmiş birçok insan gibi yaralar alan zihninin nasıl çalıştığını aynı zamanda bir şair de olan sosyoloji profesörü Orhan Tekelioğlu'nun çift dilli çevirdiği ve adını "Erken Hasat" koyduğu kitapta da altını çizerek, ancak bir Tanrı'nın tasarısı olacak kadar ustalık eseri bir inzivanın yarattığı kişiliğini, buhran içre geçen günlerini, dil işçiliğini ve karanlık geçen yıllardan sonra onu mutlu bir ölümün kucağına bırakan saadete erişini de kitaba yazdığı ön sözden de anlayabiliriz.

İnsan için ölüm fiziken var elbette, fakat görüyoruz ki şu bir gerçek, ölümlüler arasında hep yeniden tekrar tekrar dirilenler yine şairler. Bir gölge gibi gezerler öldükten sonra bile başka dillerde başka coğrafyaları. Onu dirilten çevirmenin bir şair olmanın yanında bir sosyolog olması ayrıca çok önemli… Aynı dili bilenlerin dahi anlaşmakta güçlük çektiği nokta birbirlerinin toplumlarını, o toplumların kültürlerini, o toplumların nasıl çalıştığı kadar içlerinde sindirdikleri, yarattıkları ya da yaratılanlara dayattıkları koşulların da o toplumların dilini kullandığı halde derdini doğru düzgün ifade edemeyenlerin var olma biçimlerini görecek kişiler psikologlardan ziyade sosyologlardır. Hauge'ın sadece şiirine eğilmek onun şiirini yaratan hayatını ve hayatına şekil veren ve böylece aslında toplumların yarattığı dalgalarla şekillenen dünyadan bihaber olmaktır.

İyi şairler dil bilen şairlerdir ve bundan daha iyisi yazanlarla yazanların yaşadıkları toplumlarla olan ilişkilerine eğilenlerdir.

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Külü kendisinden ağır hayatlar, “Kaçak Yazarlar”

En büyüğünden en içerideki küçük bir iç savaşa, evde ellerinde yetiştiğimiz insanların yaşam biçimlerinden, disiplin anlayışlarına kadar şeklini aldıkları düzene itaat edenlerin en gevşek halleriyle bile üzerlerimizde kurmaya çalıştıkları baskı ve sorumluluklarının da ortak bir payda olduğunu “Kaçak Yazarlar”daki birçok yazarın hikâyesinde de görüyoruz

Labirent, dünya tarihinin kanlı ve kısa özeti

Amin Maalouf, “Labirent”le dünya tarihinin, bugünün ve yakın tarihin kanlı ve kısa tarihini özetlerken, sadece büyük dünya düzeninin değil, bu düzenin daha aşağılarda kurduğu diğer küçük düzenlerinden de söz ediyor. Yazmak da yazarlık da bu nokta önemli

Bir Şener Şen repliği: Sen düşünemezsin!

Orwell, günümüzde yaşadığımız kaosun kökenlerinin de kesişim noktası olan “tarih, tekerrür” ve “kapitalizm” kavramlarını metinlerine yerleştirirken bütün bunlara karşı direnmeyi edebiyatla yaptı

"
"