20 Aralık 2020

Fuat Sevimay: Benim açımdan edebiyat sığınak değil, mevzidir 

"Canım sıkılıyordu, bir şeyler yazsam geçer belki diye düşündüm. Can sıkıntım biraz geçti ama daha güzeli, yazmak bana bakiye kaldı"

Yazar, çevirmen Fuat Sevimay ile yazma serüveni, dünya, kitaplar, insanlar ve edebiyat ekseninde onun dünyaya bakınca gördüklerini, hissettiklerini konuştuk. Laf aramızda değil, söz meclisten içeri; iyi insan olmayı, umut etmeyi, direnmeyi ve kitaplarını anlattı.

- Okuma hayatımıza yazar ve çevirmen olarak girdiniz. Elbette insanın ve iyi bir okurun etrafında görmek isteyeceği beyefendi tavrınız ve "zararsız iyi insan" profilinizle de gönüllerimizde farklı bir yeriniz var. Her okurun merak ettiği soruyu sormakla başlayacağım bu nedenle. Fuat Sevimay için yazmak olayı nasıl başladı, onun için yazmak ne ifade ediyor düşsel ve reel hayatında?

Nazik sözleriniz için çok teşekkür ederim. Roman okurken, mutlak iyi veya mutlak kötü birisine rastladığımda kitaptan biraz soğurum. İnsan eğrisiyle doğrusuyla vardır. Kendini mutlak iyi görüp yargı verici konuma koyan kişi de bizi aslında adalet duygusundan uzaklaştırır. Ben de herkes kadar iyi ve herkes kadar kötüyüm dolayısıyla. Belki sadece, iyiliği, olumlu düşünmeyi, direnmeyi ama en önemlisi birbirimizi anlamayı cesaretlendirecek işlere çaba sarf ediyorum. Yazmak da en çok bu ifadelerle yer buluyor hayatımda. Daha önce çok anlattığım için tekrarı olmasın ama nasıl başladığıma dair de şu kadarını söyleyebilirim; canım sıkılıyordu, bir şeyler yazsam geçer belki diye düşündüm. Can sıkıntım biraz geçti ama daha güzeli, yazmak bana bakiye kaldı.

- Çeviriye dair şu cümleniz "Çevrilemeyecek hiçbir şey yoktur", bir metin dışında da her alanda insanlara yön verebilecek bir cümle. Doğrusu ben bu cümlenizi bu bakış açısıyla her alanda değerlendirilebilir ve etkili buluyorum. "Kötü olan iyiye çevirebilir, her akış tersine çevrilebilir" gibi. Ama elbette çeviri konusunda bu cümlenizle ilgili söyleyecek başka şeyleriniz de olmalı, değil mi?

Bu bakış açınız çok değerli. Haklısınız, her şey çevrilip dönüşebilir ve bu bizim için umut kaynağıdır. Çeviri, bir yanıyla, anlamadığımız bir şeyin, onu anlayan birisi tarafından bize aktarılmasıdır. Elbette basite indirgemek istemem ama sadece bu tarafından bakmak bile, en zor anlaşılacak cümlelerin, durumların, romanların dahi çevrilmeye başlaması için güzel bir başlangıç noktasıdır. İzmir kökenli Fransız şair, oyun yazarı Artaud, hayatının önemli bir bölümünü şizofreninin pençesinde geçiriyor. Ama bir yandan da yazdıkları çok değerli. Onun yazdıkları için söylenen bir söz var; "Delilik bile çevrilebilir." Evet, bence de delilik bile çevrilebilir ve çevrilemeyecek hiçbir şey yoktur. Çeviride veya hayatın başka alanlarında size, neyin neden yapılamayacağını anlatan kişiler çıkacaktır. Kendilerince haklı gerekçeleri dahi olabilir. Fazla dikkate almayın.

- Benim kendime dair okuma alanımda "iyi yazarlar" dediğim yazanların oturmuş, bozulmaz ve kendini her türlü ifade edebilmede bir tarzları var. Bu öyle kendilerine has bir tarz ki, bu yazanlar metinlerini isimsiz de yayınlasalar kendilerini okura gösterebilir, ama elbette sadık okura. Benim için bu yazanlar arasında siz de varsınız. Peki, sizin için yazı tarzını oluşturmuş yazar nasıl bir yazardır? Bu tarz meselesinde üslup size ne ifade ediyor?

Sanırım ben bu konuda biraz farklı, daha doğrusu bir adım ötesini düşünüyorum. Söylediğiniz gibi iyi bir yazar, yazım sürecinin bir aşamasında kendine has bir üslup yakalar. Mesela bizden İhsan Oktay Anar bunun için mükemmel bir örnektir. Ama bir de dev yazarlar var ki, şimdi bunu ben söylediğime göre, vereceğim örnek de James Joyce olacaktır elbette. İşte bu dev yazarlar, bambaşka üslupları, olağanüstü bir uyumla metnine yedirebilir. Ulysses'i biz bazen melodram, bazen felsefi bir metin, kimi yerde harika bir iç monolog, arada sırada da gazete dili veya kateşizm gibi tamamen farklı tekniklerle okuruz. Pessoa'nın, sanki farklı farklı isimler yazmış gibi beş benzemez metinlerle ortaya çıkması da buna benzer. Bizde buna en yakın isimler olarak Orhan Pamuk'u ve Leyla Erbil'i görüyorum. Ama en önemlisi, ister başarıyla yakalanmış tek bir üslup olsun, isterse farklı üslupların yedirildiği metinler olsun, aslolan yazarın hangi üslubu hangi amaçla kullandığını çok iyi bilmesi, buna kafa yormasıdır. O zaman zaten roman da okurda müthiş bir etki bırakabiliyor. Yani üslup da yazarın elindeki malzemelerden biridir ve iyi yazar, neyi neden yaptığına uzun uzadıya kafa yorandır.

- Benden'iz James Joyce benim için bir romancının değil, çevirmenin romanıdır. Çünkü çevirmenin çatışma ve kabullenemediği, mutsuzluğunun kaynağına da ayrıca kaynaklık eden bir romandır. Her şeyden önce bir fikir olarak müthiş bir buluş gibi. Çevirmenin çevirdiği kişiyle aynı kitapta -ki, ben dünya diyorum bu kitap ifadesine- buluşması. Her kitabın ortaya çıkış öyküsü elbette ki vardır ve bunun kendisi de bir hikâyedir, fakat bu kitabın öyküsünün çok daha muzip ve eğlenceli olduğunu düşünüyorum. James Joyce ile bir arada olmak nasıl bir duyguydu sizin için, bu fikri metne dökmeye nasıl karar verdiniz?

Romanın adından dolayı ve Joyce'un büyüklüğünden ötürü Benden'iz çoğu zaman "Joyce romanı" şeklinde algılanıyor ama çok haklısınız, bence de bu daha ziyade "Çevirmenin romanı" ve o çevirmen ben değilim. Bütün çevirmenler. Romanların kapağına adlarının yazılmasını geçtim, romana konu olmayı çoktan hak etmiş çevirmenlerin romanı Benden'iz. Yazar ile Çevirmenin çatışması, tatlı tatlı didişirken birbirlerini en iyi anlayan insanlar olmaları da romanın omurgası belki. Joyce çevirileri yapınca, özellikle de Finnegan Uyanması ve Ulysses'in ardından, okurlardan çok fazla rehber kitap, sözlük vb. talebi geldi. Oysa bunlar hiç benim tarzım değildir. Benim işim gücüm kurgu, hayaller ve sair. O nedenle dedim ki işi ne, gelsin kendisi anlatsın, ne yapmaya çalışmış, neden yazmış. Ama gelince Joyce da rahat durmadı, eee koskoca Joyce'tan bahsediyoruz, kendini okunamaz addedenlerle kavgaya tutuştu, âşık oldu, terk edildi, park köşelerinde banklarda uyuyakaldı, hamama ve türküevine gitti, yaprak sarması ve deniz börülcesi yaptı, yani bizden biri oldu. O artık İstanbullu Joyce. Ama şunu söyleme gereği duyuyorum, Benden'iz James Joyce'un en önemli karakteri aslında ne Joyce ne de Çevirmendir. Gizlice metne sızmış okurdur ana karakter. Yani tanrı-okur Sema. Romanı henüz okumamış olanlar, satır aralarına sinmiş kırmızı elbiseli Sema'nın izini sürsünler lütfen.

- Yazanlar arasında pesimist/karamsar olmadığı kanaatine vardığım yazarlardan biri de sizsiniz. Bir metni oluştururken ya da bunlara dair söylemlerde bulunurken günün bütün sıkıntılı meselelerine rağmen müthiş bir direnç ve umutlu olmaya dair yaklaşımlarınız var. Bu yaklaşımları yazarken "taşkınlık" ve "coşkunluk" kavramlarını eyleme geçmede kontrolü kaybetmemek konusunu çok fazla önemsiyorum. Ve sizin yazma ve dili kullanma biçiminizi de "coşkulu" buluyorum. Bu iki kavramı eyleme geçirmede siz kontrolü nasıl sağlıyorsunuz? Bu iki kavramı yazmak eyleminde nasıl değerlendiriyorsunuz? Yazmaya katkıları ve yazmaktan alıp götürdükleri neler?

Karamsarlık kadar saçma az şey vardır. Bunun karşıtı da Pollyana iyimserliği değil. Düşünme pratiğine sahip birisinin -ki edebiyatın en önemli işlevlerinden birisi de budur sanırım- yapacağı en doğru şey, bireysel veya toplumsal sorunların farkında olmak ve sonra umutla bu sorunların karşısında direnmektir. Güzelliklerin tadını çıkarmayı da unutmamak gerek. Ben umuda dair coşkuyu seviyor, bu coşkunluğun insana direnç sağladığını düşünüyorum. Yeter ki taşkınlığa dönüşmesin. İnsan enerjisini olumluya evirmeli ve yazarken de bunu hissettirmeli. Coşkunun yazmaktan alıp götürdüğü bir şey olacağını sanmıyorum. Ama bu coşku, egoyu kabartan bir taşkınlığa dönüşürse işte orada edebiyatın şirazesi kayabilir.

- Kitaplarınız başka dillere çevrildi, çevrilmeye devam ediyor. Bir çevirmen bir dilden bir başka dile çevirdiği yazar ne hisseder bunu hiç düşündünüz mü, sorusuna en iyi cevabı siz verisiniz diye düşünüyorum. Romanları başka dillere çevrilen bir çevirmen olarak siz nasıl hissediyorsunuz?

Müthiş bir duygu. Büyük bir iştahla, keşke Sırpça, Arapça, Gürcüce bilsem de şu satırları okuyabilsem diyorum. Maalesef bu yaştan sonra imkânsız. Allah'tan İngilizcesini ve İtalyancasını okuma şansım var. Ve o dillerde çevirmen arkadaşlar, tam da arzu ettiğim gibi Kapalıçarşı'yı kendi dillerinde yazmışlar. Bu harika bir yaklaşım. Sonra tanıdığım isimleri, Baba İlyas'ı, Nazar Usta'yı o satırların arasında görünce mutlu oluyorum. Onlar artık o akraba dillerde gezip tozuyorlar. Yolları açık olsun. Türkçe adına da gurur verici.

- Kapalıçarşı'dan biraz söz edelim istiyorum. Edebi eserlerde tarihi mekânlar, tarihi figürler, karakterler her zaman kendilerine yer bulmuştur. Fakat çok fazla tarih branşına ait bir dil kullanıldığı için benim açımdan çok edebi tatlar taşımadılar. Kapalıçarşı bu bakımdan okurunu hem tarihi hem de edebi açıdan besleyebilen bir kitap. Bunları merkeze aldığımızda Kapalıçarşı'da kullandığınız üslup ve anlatım biçime dair işçilikten biraz söz eder misiniz?

Kapalıçarşı, tarihte geçen ama asla tarihi olmayan, hatta resmi tarihin karşısına dikilen bir roman. Bunu sağlayabilmek için de büyüklere masal dilini ve ironiyi bolca kullandığımı söyleyebilirim. Biz kimliklerimizle ayrıştırılıyor, bölünüyor ve böylece "toplum olma" fikrini unutuyoruz. Oysa toplumsal paylaşım ve tüm ayrılıklarımıza rağmen, konuşup tartışabiliyor, söz konusu farklılıklara saygı duyuyor olmamız çok önemli. Bunu sağlayan da mekanlardır. Ne olursak olalım bizi bir araya getiren ve toplumsal değerleri hissetmemizi sağlayan mekânlardan bir tanesi de Kapalıçarşı'dır. Romanda da hikâyesi, kökenleri, çarşı ile ilişkileri, hayata bakış açıları birbirinden tamamen farklı on iki kişinin sağdan soldan gelip Şark Kahvesinde toplanmasını okuyoruz. Bir de hem Kapalıçarşı'da ve hem de Benden'iz James Joyce'ta denemekten mutlu olduğum bir şey var; roman bitmeden, kitabın içinde romanı tartışmaya başlıyorum. Çünkü okurun romanı tartması, farklı yerlerden bakması çok değerli. İşçilik anlamında edebiyat sonsuz bir kaynak sağlıyor ve ben de kurguda yeni şeyler denemeyi seviyorum.

- Her yazan elbette başka yazanları da okur. Biliyoruz ki, okumak da bir uzmanlığa dönüyor zamanla. İnsanın daima geleceğe yönelmesi konusunda fikirlere sahip olduğum için elbette eskiler ve ustalar da her daim okunmalı, peki siz yeni kuşaktan kimleri okuyorsunuz? Genç yazanlarla bağ kurabiliyor musunuz?

Elbette herkese yetiştiğimi söyleyemem ama heyecanla okuduğum ve edebiyatlarının nereye gideceğini merak ettiğim isimler var. Sadece birkaçını anmak isterim. Özgür Çırak'ın yeni eserlerinde çıtayı daha da yukarı çıkaracağını tahmin ediyorum. Deniz Ceren Türkkan'ın ilk öykü kitabını heyecanla bekliyorum. Henüz birkaç öyküsünü okuduğum Burak Özdemirci'nin, burada kalmayıp birkaç yıla çok sağlam şeyler yazacağını umuyorum.

- Çok okullar, çok hocalar gördüm. Fakat sanırım pek çok şeyi kurum ve kişilerden bağımsız kitaplardan öğrendim, öğreniyorum. Siz kendini elbette mutlak suretle geliştirmeye çalışanlardansınız. Ama nasıl? Okumak dışında kendinizi nasıl besliyorsunuz, hangi müzikleri dinler, kaçıp gitmek boğazınıza sarıldığında nerelerde durup da dinlenirsiniz?

Bir ödül töreninde, neden duayen olduğunu bir türlü anlamadığım bir edebiyat duayeni, klasik müzikte hangi isimleri dinlediğimi sormuştu. Klasik müziği çok sevdiğimi ama daha çok Çekiç Ali, Hacı Taşan ve Âşık Mahzuni'yi dinlediğimi söyleyince dönüp diğer tarafla konuşmaya başlamıştı. Ben Neşet Ertaş'ın her sözünde kendimi ve hayatı buluyorum. Erdal Erzincan ya da Emin İgüs dinlemek müthiş bir dinginlik sağlıyor. Sadece bizim coğrafyamızla da sınırlı değil, Balkanların, Ortadoğu'nun ve Kafkasların, ayrıca uzak diyarların yerel seslerine de bayılıyorum. Ancak sanat dalları içinde, edebiyatı bir yana koyarsak, en çok resme yakınlık duyduğumu söylemeliyim. Sanatın dışında da denizin, dağların ve kent kuytularının aşığıyım.

- Kaçıp gitmekten söz etmişken bence bu dünyaya bakıldığında nesneler bile yerinden kalkacak fonksiyonlara sahip olsa kaçıp saklanacak yer ararlardı. Fuat Sevimay da elbette herkes gibi bir insan, ama yazan bir insan. Yazan insan çatlak duvardan fışkıran yemyeşil bir sarmaşığa benzer. Yazan biri olarak dünyaya, hayata baktığınızda canınızı sıkan neler görüyorsunuz, bu can sıkıntısıyla nasıl baş ediyorsunuz?

Yukarıda da belirttiğim gibi ben, can sıkıntısının üstesinden gelmek için yazmaya koyuldum. Bir hayli de işe yaradı. Ama bu söylediğim şey, kimi zaman, edebiyat sığınaktır, hayatın dertleri karşısında kaçış noktasıdır gibi algılanıyor. Hayır. Asla öyle olmamalı. En azından benim açımdan edebiyat sığınak değil, mevzidir. Memlekette hukukun, eğitimin yerlerde sürünmesi canımı çok sıkıyor. İnsanlığın dünyayı açgözlü bir duyguyla tüketmesi çok can sıkıcı. Linç kültürünün en ummadığınız kişilerde kolayca kök salması korkunç ve can sıkıcı. Benim için tüm bu sıkıntılarla baş etmenin yolu da umut, sanat ve edebiyat. Ama dediğim gibi, sığınak anlamında değil. Edebiyatın yeşerttiği umutla insan her şeyin üstesinden gelebilir.

- Son olarak, gözlerinizi kapatıp açtığınız anda gerçek olacağını bilseniz ne dilerdiniz?

Şu dönem için pandemi hemen, şu anda sona ersin isterdim. Çok çektirdi bize. Memleket için dileğimi siz tahmin edin. Kişisel açıdan ise, gözümü açtığımda Yeşilburun Adalarından Atlantik'e doğru yelken açmış bir teknede, Sadun Boro'nun Pupa Yelken'ini okuyor olmak isterdim.

- Beni kırmadınız sorularımı yanıtladınız, inceliğiniz ve metinlerinizden öğrendiğim her şey için size teşekkür eder, bir gün yine karşılaşmak dilerim.

Ben teşekkür ederim. Birbirimize öğretiyor, hayatı sanat ve edebiyat üzerinden öğrenmeye devam ediyoruz.

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim