Başlıkta okuduğunuz “yüksek yargı” hakkındaki yargı benim değil, Deniz Baykal’ın. Ben sadece parantez içindeki “mu”yu ekledim.
Yani Baykal’ın bu kesin ve keskin yargısını sorgulamak niyetindeyim...
CHP lideri AKP’nin Anayasa değişikliği taslağını açıkladığı günlerde kameraların karşısına geçti ve gerek Anayasa Mahkemesi, gerekse HSYK’nın üye yapısını değiştiren öneriye karşı çıkışına bu cümleyle başladı: “Yargı Cumhuriyet'in sütunudur...”
Sıcağı sıcağına tırmıklamak vardı ama kanapeye uzanmış yatarken yazı yazılamıyor. O yüzden bugüne kaldı. Zaten konu da güncelliğini yitirmiş filan değil...
Şimdi soralım: Yargı sahiden de Cumhuriyet'in, yani devletin sütunu mu? Devlet o sütunun üstünde mi duruyor ve o sütun değişirse Cumhuriyet yıkılır mı?
Bu soruya “evet ve velbette” cevabını vermeyi çok isterdim. Anayasasında “Bir hukuk devletidir” yazan Türkiye Cumhuriyeti'nde yargının, hele hele yüksek yargının her türlü kusurdan uzak, tertemiz bir geçmişe ve bugüne sahip bir kurum olduğunu söyleyip, bu ülkenin yurttaşı olarak öğünmek isterdim...
Gel gör ki yakın tarih ve arşiv buna izin vermiyor.
* * *
Kuruluş yıllarına gidelim. 1926’da İzmir’de Atatürk’e suikast düzenlemek isteyenlerin komplosu ortaya çıkarıldı. Kimileri suikast planladıklarını itiraf etti, kimileri inkar etti. Sanıklar İstiklal Mahkemesi'nin karşısına çıkarıldılar. 14 kişi idama mahkum edildi. Ardından mahkeme Ankara’ya taşındı ve...
Ve mahkeme İzmir suikastının ötesine geçti. İttihat Terakki Partisi'nde yer almış siyasetçilerden Mustafa Kemal’e muhalif olanların yargılanmasına dönüştü. Eski maliye bakanlarından Cavit Bey, Doktor Nâzım, eski Ardahan milletvekili Hilmi, İttihat ve Terakkî Partisi’nin sorumlu sekreterlerinden Nail Bey idama mahkum edildiler ve hemen asıldılar.
Mahkeme “Üç Aliler” diye anılan Kılıç Ali, Ali Çetinkaya, Necip Ali’den oluşuyordu. Hiçbiri hukukçu değildi ve sanıklara savunma hakkı bile tanımadan sorgulayıp ardından “idam” kararı vermeleri ile ünlenmişlerdi.
Kararlarını “Türk milleti adına yargılayan mahkememiz” diye başlıyorlardı. Üç aliler sahiden biz yurttaşlar adına “yargılamış” olabilirler mi ve olup bitene sahiden “yargılama” denebilir mi?
Uğur Mumcu, 11 Kasım 1992’de Cumhuriyet gazetesinde aynen şöyle yazdı: “İstiklal Mahkemeleri ‘mahkeme’ sayılmazlar. Bunlar, savaş ve ihtilal dönemlerinde rastlanan anti-demokratik ‘infaz kurulları’dır."
Cumhuriyet böyle kanlı ve hukuksuz bir “sütun”un üstünde yükselebilir mi?
* * *
Haydi, İstiklal Mahkemeleri'ne Cumhuriyet'in üstünde yükseldiği “sütun” olarak bakmayalım.
27 Mayıs 1960’dan sonra kurulan Yüksek Adalet Divanı’na ne diyeceğiz? Seçilmişleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin iktidar partisi milletvekillerini yargılayan mahkeme başkanı, bir milletvekilinin “Bizi yargılama hakkını nereden alıyorsunuz” sorusuna “Sizi buraya tıkan güç böyle istediği için” cevabını vermişti ve o bir “yüksek yargıç”tı.
Bu “yüksek yargı” kurulu (Yüksek Adalet Divanı) Cumhuriyet’i taşıyan sütunlardan biri olabilir mi?
Yine çok mu gerilere gittim?..
Peki daha yakınlara gelelim...
12 Eylül darbesinin elebaşılarının önünde cübbeleriyle sıraya dizilip onları tebrik eden, “Bu faşist bir darbedir ve faşizmin kanlı hukukunun bir parçası olmayı onuruma yediremem” deyip istifa edemeyenler bu ülkenin yüksek yargısının üyeleri değil miydi?
12 Eylül darbesinin hazırlandığı günlerde Ankara’nın yiğit Savcısı Doğan Öz, sokakta vurularak öldürüldü. Katil yakalandı. Tanıklar katili teşhis etti. Katil sanığı İbrahim Çiftçi 12 Eylül sonrasında askeri mahkemelerden birinde yargılandı ve ölüme mahkum edildi. Yüksek yargının askeri kanadı, “Askeri Yargıtay” kararı bozdu ve Çiftçi’ye beraat kararı verilmesini buyurdu. Mahkeme kararında ısrar etti. Bu kez Askeri Yargıtay’ın en yüksek kurulu toplandı, yargıç cüppeleri vardı ve cübbelerinin altında da askeri üniformaları. Mahkeme kararını yine bozdu ve sanığın beraatını buyurdu. Askeri mahkeme tarihi bir karar verdi:
“...Mahkememiz sanığın Doğan Öz’ü öldürdüğüne kesinlikle inanmakla birlikte yasa gereği yüksek mahkemenin kararına uymak zorunda olduğundan İbrahim Çiftçi’nin beraatına...”
Bu yüz akı kararı imzalayanlar da yargıçtı; suçu kanıtlanmış bir katili devletin derinliklerindeki kirli ve karanlık ilişkileri yüzünden beraat ettiren yüksek mahkemenin üyeleri de...
Haydi bir örnek daha. - Sanırım - 2004’te Yargıtay’ın o günkü başkanı Eraslan Özkaya’nın üst düzey bir MİT görevlisi ile yemek yediği ortaya çıktı. Yüksek yargının en tepesindeki yargıçlardan biri olan Özkaya, MİT görevlisi ve “Ben Gladio’yu yönettim” diye öğünen (öğünebilen) Kaşif Kozinoğlu ile yargıcın Bodrum’daki evinin onarımını yapan, karanlık ilişkileri ile ünlü bir müteahhit aracılığıyla buluşmuştu ve yemekteki konuşmanın konusu ünlü Mafia lideri Alaattin Çakıcı ile ilgiliydi: Çakıcı beraat edebilir mi? Edemeyecekse mümkün olan en hafif ceza ile yırtabilir mi? Bu da mümkün olmazsa durumdan vakitlice haber alıp paçayı kaptırmadan yurtdışına tüymesine elverecek zaman kazanımı sağlanabilir mi?
Bu rezalet ortaya çıkınca Yargıtay’ın başkanı “yüksek yargıç” açıklama yaptı. Aynen aktarıyorum: "MİT önemli bir devlet kurumudur. Elbette onlarla görüşürüm. Çakıcı içinse bana vatansever biri olduğu söylendi. Yabancı servislere elindeki bilgileri sızdırmayacak kadar dayanıklılık ve vatanseverlik göstermiş..."
Vay canına, karşımızda gazete okumayan, o yıllarda (ve bu yıllarda) Alaattin Çakıcı’nın ne menem biri olduğundan haberi olmayan bir yüksek yargıçla karşı karşıyayız.
O yıllarda gazeteciler bu rezaletin üstüne gidince Yargıtay başkanı “Yüksek” yargıç daha da battı: “Devlet maslahatı konuştuk. Bunlar gizlidir, açıklayamam”.
Mızrak çuvala sığmayınca Yargıtay Başkanı hastalanıverdi ve hastaneye (GATA’ya değil) yattı. Ve... Ve Yargıtay’daki öteki yüksek yargıçlar otobüslere binerek başkanlarına geçmiş olsun ziyaretine gittiler...
Cumhuriyet'i taşıyan sütun böyle bir sütun mudur sizce?
* * *
Daha sayayım mı?
Hrant Dink’i ortaokulda Türkçe dersine girmiş bir öğrencinin bile çözümleyebileceği bir cümlesini bilerek ve isteyerek (Hukuk dilinde buna “Taammüden” derler) ters yorumlayıp onu mahkum eden de “yüksek yargı”ydı...
Cemal Hakkı Selek’in torunu, Alp Selek’in kızı Pınar Selek’i onca bilirkişi raporuna rağmen olmayan bir bombanın sanığı olarak ömür boyu hapse mahkum eden de “yüksek yargı”ydı.
367 nolu eski yargıç Sabih Kanadoğlu’nun saçma sapan iddiasını ciddiye alıp Cumhurbaşkanı seçimi için Meclis’in ancak 367 üye ile toplanabileceği fetvasını veren de “yüksek yargı”ydı...
Cumhuriyet bu sütun üstünde mi ayakta duruyor dersiniz?..
* * *
Bakın, bu yazı gereğinden çok uzadı. Kestirmeden gideceğim. Her alanda ciddi çürüme ve bozulma alametleri gösteren Cumhuriyet kurumları arasında yargının bunun dışında kalması mümkün değil.
Özdemir Asaf’ın o kısacık ve bilgelik saçan şiirini hatırlıyor musunuz?
'Bütün renkler hızla kirleniyordu / Birinciliği beyazı verdiler'
2010 Türkiye’sinde saygın olması gereken pek çok kurum arasındaki renk farkı hemen hemen ortadan kalktı.
Hepsi beyaz oldu ve birincilik için yarışıyorlar...