Onbir yıl önceydi. 19 Ocak’tı. İstanbul’un üstüne kül rengi bulutlar çökmüştü. Soğuktu. Geceden başlayan ve iliklere işleyen sinsi bir yağmur aralıksız yağıyordu.
Hem NTV’de, hem Cumhuriyet’te çalışıyordum. Akla zarar bir iş yüküydü. Dört beş saatlik uykunun ardından işbaşı yapmıştık. Ama her sabah sekizde, günü planladığımız sabah toplantısını o gün yapmadık. Sabah alacası bile sökmeden operasyon başlamıştı. Günlerdir F tipi hapishanelere karşı siyasi tutukluların (mahkûmların değil tutukluların) sürdürdüğü ölüm oruçlarında solukların anason kokmaya başladığı o geri dönüşsüz günlere ulaşılmıştı. Barışçıl bir çözüm arayışları bulundu bulunacak gibiydi. Umutların son kırıntılarıydı.
Resmi haber ajanslara düştü: Uzlaşma mümkün olmamış ve operasyon başlamıştı. Operasyona ahlaksız (daha ağır bir sözcük bulamadım, hoşgörün) bir ad da takılmıştı:
Hayata Dönüş... Görevim haberin mutfağındaydı. Umursamadım. Haberin kendisine, Ümraniye hapishanesinin önüne gittim… Neden bilmiyorum, ama oraya gittim. Belki Pınar (Selek) yüzündendir. O sırada orada yatıyordu. Cezaevinin çok uzağında durdurulduk. Sinsi ve soğuk yağmur yüzümüzü kamçılıyor, uzaktan art arda silah ve bomba sesleri geliyordu. “Haberden” yüzlerce metre ötede sadece mermi sesleri dinleyerek beklemek haberciye uymaz. Ayrıldım. Kentin öte yakasındaki Sağmalcılar’ın hapishanesinin yolunu tuttum.
* * *
Şimdi okumaya ara verin ve yazının tepesindeki fotoğrafa bir daha bakın. Bir film sahnesinden alınmadı; bir savaşın cephe gerisinden çekilmedi.
Hayır! Bu fotoğraf “
Hayata Dönüş” denen planlı, örgütlü cinayetin, cankırımının tam göbeğinde çekildi. O görünüşleri yürek yakan, yanmış, ölümüne yaralanmış, dövülmüş, sakatlanmış gencecik kadınlar sabaha karşı, henüz uykudayken damları delen, duvarları yıkan iş makinalarının açtığı deliklerden fırlatılan zehirli gazlara, yakıcı bombalara çaresizce direnmişler; ardından koğuşlara dalan jandarma komandolarınca taranmışlar ve nasılsa ölmedikleri için tutsak edilip cezaevi duvarının önüne dikilip hapishane arabalarına dolduruluyorlardı.
Kıdemli haberciyim ben. Çok şiddet gördüm, çok ölüme tanık oldum. Bağdat’ta Amerikan uçağından anaokuluna atılan bombanın parçaladığı çocuk bedenleri gördüm. Kosova’da Sırp keskin nişancıların “avladığı” Arnavut köylülerin karlar üstüne dizilmiş cesetlerinin fotoğrafını çektim...
Ama hayır. 19 Aralık 2000 günü ve ertesi gün Sağmalcılar Cezaevi önünde tanık olduklarımız “
başkaydı”.
Bir taşın üstüne çöktüm. Ağlamayı, ağlayabilmeyi istedim. Olmadı. Bir cigara çıkardım. Yakmak istedim. Titreyen ellerim çakmağı çakamadı. Sigarayı yakmadan çamurlara fırlattım.
Öfke, acı, dehşet, korku, çaresizlik, isyan, çığlık, göz bebeklere gelmeden içeri akan yaşlar...
NTV’ye döndüm. Gözyaşlarını saklamadan haberleri ekrana taşımaya çabalayan genç arkadaşlarımın arasına...
Suçlu olmadığımı, suça ortak olmadığımı elbette biliyorum. Ama hiçbir şey yapamadan o sahnelere tanık olmak bile suça katılmışsın gibi yürekte bir düğüm oluyor ve çözülmüyor. Bir kaç gün öyle geçti. Yani bir türlü geçmedi...
* * *
On bir yıl geçti. Dün yine hiçbir şey çıkmayacağını düşündüğümüz, öyle düşündüğümüz için adeta ilgilenmediğimiz, operasyonda görev yapanlardan topu topu 39 erin sanık iskemlesinde oluşuna bakıp hakarete uğramış gibi öfkelendiğimiz ‘
Hayata Dönüş’ davasının duruşmasında beklenmedik bir gelişme oldu. Jandarma Genel Komutanlığı onbir yıldır sakladığı, savcılara, mahkemeye sunmaktan inatla kaçındığı “Harekât planını” yollamak zorunda kaldı. “Tufan harekâtı” adı verilmiş. Ölüm oruçlarından çok önce hazırlanıp düzenlenmiş. Kamuoyu tepkilerini aza indirgeyecek bir zamanlama ve bahane kollanmış ve bundan onbir yıl önce 19 Aralık günü “taammüden” uygulamaya konmuş bir plan bu.
Sözü kısa keselim.
Suçlular gün ışığındadır ve artık suç belgelidir.
Dönemin Jandarma Genel Komutanı Aytaç Yalman, İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun sizlere sesleniyorum:
Ayağa kalkın !
Adalet sizi çağırıyor. İnkâr beyhudedir. Hesap verin.
Er geç vereceksiniz!..