Bir bayram sabahı başlıktaki konu çekilir gibi değil; biliyorum.
Ama “Nerde eski bayramlar” kıvamında bir Tırmık da benim harcım değil...
Aslında bir bayram yazısı yazmak isterdim. Çocukluğumda belleğime kazınmış bir fotoğrafı okurla paylaşan bir yazı. Bayram sabahı, küçük bir Ege kasabasında bayramlıklarını kuşanmış -bencileyin- orta sınıf çocukları el öpmeye –yani bayram bahşişi koparıp, şeker, çatapat alıp, dönme dolaba binmmek için hazine biriktirmeye- giderken bayram sabahına sarkmış işleri bitirmeye çabalayan kalaycıda, kalaylanmış tencereleri kumla ovup cilayayan ve çıplak ayakları soğuktan morarmış akranım, arkadaşım, kalaycı çırağı Enver ile gözgöze gelmekten kaçındığım “o an”ın bunca yıl sonra yüreğimden sökülüp atılamamış utancını yazmak isterdim.
Bir kaç kez denedim de... Olmadı. Berbat, popülist, merhamet duygularını gıcıklamaktan öte işe yaramayacak yazı(lar) çıktı. Duraksamadan tümünü bilgisayarın çöp sepetine attım.
Ben Enver’le hesaplaşmamı bu bayram da kendime saklayayım ve siz arkasının geleceğine söz verdiğim “milliyetçilik” dizisinin ikincisini okuyun.
Haaa...
Hepinize iyi bayramlar...
* * *
Türkiye’de milliyetçilik uzun süre ırkçı-faşist grupların, hareketlerin tekelinde kaldı.
Yani öyle sanıldı.
Kendini ilerici hatta solcu olarak tanımlayan pek çok kişi, grup, hareket, parti için “milliyetçilik” baştan reddedilen, aşağılayıcı anlam yüklü bir kavramdı.
Bir örnek:
Tırmık’ın Cumhuriyet’te yayınlandığı günlerde, yine bunun gibi milliyetçiliği didikleyen, Kemalist hareketin hızla milliyetçiliğe kaydığını savunan bir yazıya bir okur yanıtı geldi.
“Biz Atatürkçülere yönelttiğiniz milliyetçilik suçlamasını aynen size iade ederim” diye başlıyordu ve “ulusal- milli”, “ulusalcılık – milliyetçilik” kavramları üstünde tuhaf bir söz cambazlığı ile sürüp gidiyordu. İyi niyetinden hiç, ama hiç kuşku duymadığım okur, kantarın topuzunu iyice kaçırıyor ve “Milliyetçilik gericiliktir, karanlıktır, cehalettir; ulusalcılık ilericiliktir, aydınlıktır, bilgidir” diyecek kadar “saçmalık” sınırında dolanıyordu.
“Milli”nin arı Türkçe’de karşılığının “ulusal”, “milliyetçilik”in de “ulusalcılık” olduğunu yazmaya üşendim. O okura cevap vermedim.
* * *
Türkler, uluslaşma trenine son anlarda binen halklardandır. Farklı etnik ve dinsel grupların bir mozayığı olan Osmanlı İmparatorluğunun yıkıntıları arasından bir ulus (=millet) yaratmak üzere yola çıkan ve Ulusal (=milli) Kurtuluş Savaşı’nı zafere ulaştırarak bunu başaran Mustafa Kemal, elbette “altı ok”un içine milliyetçiliği de koyacaktı. Elbette “Ne mutlu Türküm diyene” yada “Bir Türk dünyaya bedeldir” diyecek ve dedirtecekti. Elbette 10. Yıl Söylevi’nde “Türk milleti zekidir, Türk milleti çalışkandır” diyecekti. Elbette “milli” bilincini güçmlenhdirmeye çalıştığı ilkokul çocuklarına her sabah “Türküm, doğruyum, çalışkanım” diye başlayan andı içirecekti.
Kendini yüzyıllarca “Padişah kullarından, Muhammed ümmetinden” diye tanımlamış bir halkı “uluslaştırmak”, onu bir ulusal (=milli) bilinçle donatmak ve onu bir ulus-devletin (Türkiye Cumhuriyeti’nin) çatısı altında kenetlemek gibi bir uğraşta bu tutum “olmazsa olmaz” bir önem taşır.
Kurtuluş Savaşı ve onu izleyen Cumhuriyet ilanı elbette bir devrimdi ve Mustafa Kemal elbette saygı duyulması, övülmesi gereken bir devrimciydi.
Onu 21. yüzyılın ölçütleriyle değerlendirip, örneğin Kurtuluş Savaşı’nda Kürtlerle omuzdaşlaşıp, daha sonra bir “Türk devleti” kurmasını kınamak, “burjuva Kemal” gibi aşağılayıcı nitelemeleri adeta şehvetle yineleyip durmak tarihi yanlış okumak, toplumların gelişim tarihinden habersiz olmaktan ve “zamanın ruhu” kavramını tepesi üstü dikmekten öte ne anlama gelir ki?
Bundan önceki Tırmık’ta sanırım yeterince vurgulandı. Milliyetçilik 17.,18., 19. yüzyıllarda ilerici ve devrimci bir ideolojiydi. 1789’da Fransa’da feodal egemenliğe son darbeyi indirip, kapitalizmi, siyasal egemenlikle taçlandıran burjuvazi devrimciydi. O yüzden tarih “1789 Büyük Fransız Devrimi” diye yazar; Fransız Devriminin bütün Avrupa’ya sıçrayıp, feodal kuleleri ardarda devirdiği 1848’den o yüzden “halkların baharı” diye söz eder ve okul kitaplarına “1848 devrimi” diye yazar.
Uluslaşma sürecinde epey geç kalmış, deyim uygunsa trene son anda binebilen halklar arasında yer almış Türklerin, anti-emperyalist bir derinlik de kazanmış Ulusal Kurtuluş Savaşı ve onu izleyen Türkiye Cumhuriyeti adlı “ulus-devlet”in kuruluşu o yüzden bir devrimdir. Ve devrimci olduğu için milliyetçilik onun temel bileşenlerinden biri olmuştur.
Çünkü milliyetçilik ilerici-devrimci bir ideoloji idi.
İdi...
* * *
Yukarıdaki tek heceli son paragraf, bir önceki Tırmık’ta da vardı ve birkaç kez yinelenmişti.
Çünkü pehlivan tefrikasına dönmesini göze alarak başlattığımız “milliyetçilik” tartışmasında bu “idi” vurgusu önem taşıyor. Bence tartışmanın kilidi orada yatıyor.
2009 yılı güzünde milliyetçilik (=ulusalcılık) için hâlâ devrimci, ilerici bir ideoloji denebilir mi ?
Soruyu duraksamadan yanıtlayamayanlar, düne kadar solda yer alıp da bugün MHP’li tosunların bile “Yok yav, o kadar mı” diye şaşacakları kadar savrulan kimi Kemalistlere, 1968’de kendini devrimci olarak tanımlayan kimi ünlülere, hatta kimi (dünkü) Marksistlere baksınlar. Onların neyi (örneğin Kıbrıs düğümünün çözümünde önerdiklerini), hangi tanıtlarla (=argümanlarla) savunduklarını anımsasınlar.
* * *
Gelelim milliyetçiliğin daha ince, daha üstü örtük biçimlerine...
Gelelim ulus-devletlerin kuruluş aşamalarında egemen etnik topluluğun, savaş sırasında omuz omuza verdikleri azınlıkta kalan etnik topluluklara, halklara zaferden sonra sırt dönmelerine; sözlerinden caymalarına; onları ya etnik kimliklerini yok ederek emme çabalarına; bunu başaramayınca da “ötekileştirmelerine” hatta “düşman” saflarına yerleştirmelerine...
Ama yer bitti...
Ona da önümüzdeki günlerde hatta belki yarın gelelim...