Mesleği okulda değil, benim gibi ustalardan öğrenmiş gazetecilerde “usta öğütleri”nin ayrı bir yeri, önemi ve değeri vardır. O öğütler bazan iç ısıtan bir ağabeylik, bazan yürek hoplatan bir “fırça”dan sonra verilmiştir; kaç yılın deneyiminden süzülmüş, meslekte defalarca sınandıktan sonra “çıraklara” aktarılan birer öğüde dönüşmüşlerdir.
(Bir örnek: Ustalarımdan biri bu yazının girişini okusaydı kesinlikle fırçayı yemiştim. Çünkü o öğütlerden biri aynen şöyle der: “Lafı geveleme, ne demek istiyorsan, yazıya o demek istediğini söyleyerek gir “)
Tempo24’de bu yedinci günüm. Yedi günün bir hesaplaşmasını, bir bilançosunu yapmak istiyorum. Gel gör ki “Gazetecinin kendisi haber, gazetecinin kendisi yazının konusu olarsa orada bir yanlışlık var demektir” diyen usta öğüdü elimi tutuyor. “Yahu dur, dün bir, bugün iki, bilemedin yedi. Kendinden bahsetmek de nereden çıktı” diye fırça yerim kaygısındayım.
Hele, “Ben daha önce şöyle demiş, böyle yazmıştım...” diye başlayan yazıların acemilik yıllarımızda suratımıza fırlatıldığını, ardından da fırçaların en okkalısını yediğimizi de hatırlayınca...
* * *
Yine de göze alacağım.
Belki hatırlayanlarınız çıkar, Tempo24’deki ilk Tırmık’ta “kağıt gazeteler” döneminin sonuna gelmekte olduğumuza değinmiş; “e-gazete” diye tanımlanabilecek “yeni medya”yı geleceğin gazetesi olarak selamlamıştım. Bitirirken de şöyle demiştim:
“...Okurun alabildiğine pasif, gazetecinin istediği kadar aktif olduğu bir medya çağının sonuna geldik. Okur ile gazeteciyi ayıran o soğuk ve somut duvar hızla yıkılıyor...”
Sahiden de öyle oldu. Daha doğru dürüst tanıtımı yapılmamış, en yakın çevremizin bile yayına geçtiğinden habersiz olduğu Tempo24’de yayınlanan topu topu altı “Tırmık”a gelen okur tepkileri şaşırtıcıydı. 70’li yıllarda Politika gazetesinde beş yıl, haftada yedi gün; 90’lı ve 2000’li yıllarda Cumhuriyet gazetesinde on yıl, haftada altı gün Tırmık yazdım. İnanması zor ama mektupla, faksla, -daha sonraları- e-mail ile gelen okur tepkilerinin günlük ortalaması Tempo24’e gelenlerin yarısı kadar bile yoktu.
Sevinsem mi, korksam mı bilemiyorum...
Ama medyada yeni bir dönemin eşiğinde olduğumuza ilişkin yargım pekişti. Yazar ile okur arasındaki duvar yıkılıyor, perde çöküyor. “Yazar kim, okur kim” sorusunun anlamsızlaştığı bir döneme evriliyoruz. Bu, öğretmen gibi yazan, ince ağır ahkâm kesen, her konuda kalem oynatma hakkını kendinde gören “köşe yazarı” denen türün çok zor denizlere yelken açtığı bir dönem...
Bırakın yazının tümünü, bir paragraftaki, hatta bir cümlecikteki mantık hatasını, bilgi eksikliğini, yazım kusurunu, düşünsel sığlığı “okur” anında yakalıyor ve... ve bilgisayar klavyesine yumulup “yazar”a dersini veriyor. Yani tembelliğe vurup, günü kurtarmak için yazı şişiriveren profesyonel yazıcılar için işler zor, çok zor. Meslek, artık altında ağ olmadan trapeze tırmanmış cambazın hünerinden de zor. Ama bir o kadar da heyecan verici...
Ne güzel...
* * *
Not 1: İlk haftada henüz bana ter bastıracak kadar sert bir okur fırçası yemedim. Ama gelen e-mailler her an yiyebileceğimi pek güzel gösteriyor. Anneeeee !..
Not 2: Yedinci günün bilançosu bu kadar. Bundan sonraki bilanço yedinci haftanın sonunda. Ondan sonraki yedinci ayın sonunda. Yedinci yıla gelince... Gelmeyin daha iyi. O güne kadar kim öle, kim kala...
Not 3: İlk hafta yedi gün yazdım ama, artık haftada hiç olmazsa bir gün (mümkünse iki gün) izin yapayım. Yani Pazartesi günleri Tırmık yok...