Arada bir mizaha sığınmayı pek severim. Ama kulağıma küpe olmuş usta öğütlerini unutmamaya çalışırım. Ustalarımdan rahmetli Kadri Kayabal “Oğlum mizah iyidir, yazma demem; ama fazla inceltme, ciddi sanırlar, başın okurla belaya girer…” demişti.
Haklıydı. Mizahı fazla incelttiğimde bırakın okurları, meslektaşlarla bile başımın belaya girdiği oldu.
Cumhuriyet’teyken polislerin döverek öldürdüğü Metin Göktepe’yi başlangıçta “sarı basın kartı” olmadığı için gazeteci kabul etmeyen, dolayısıyla “Polis bir teröristi öldürdü” dercesine cinayeti görmezden gelen medya baronları, medya prensleri, büyük gazetelerin namlı yayın yönetmenleri, başyazarları birkaç yıl sonra, Metin Göktepe’nin katillerinin ortalıkta dolaşmasını protesto etmek için bir araya gelen gazetecilerin arasına karışmış, bununla da yetinmemiş, en öne geçip, Cağaloğlu’nda bizim “Cemiyet”in önünden Vilayet’e kadar uzuuuuun (!) bir protesto yürüyüşüne katılmışlardı. (İstanbul’u bilmeyenler için not: Vilayet binası da Cağaloğlu’ndadır ve en çok 200 metre yürünmüştü)…
Bu ikiyüzlülükle dalga geçmek için bir Tırmık yazdım. “Gazeteci dediğin sarı basın kartı taşır, taşımayan gazeteci değildir” diye yazdıklarını unutup 200 metrelik “eylem”e gelip demokratlık dümeni çeviren namlı gazetecilerin, medya baron ve prenslerinin ağzından “Eylemde güneş altında o kadar yolu yürüyüp ne kadar yorulduklarını” anlatmıştım…
Sahiden mizahı fazla inceltmişim.
Gazetedeki yarım akıllı meslektaşlarım arasında bile “Demek sen Metin Göktepe’yi sarı basın kartı yok diye gazeteciden saymıyorsun öyle mi” diye beni kınayanlar çıkmıştı. Başka gazetelerde kimileri de hakkımda kampanya açmaya kalkışmışlardı.
“Ağlasam mı, gülsem mi” arasında epey bocaladığımı hatırlıyorum. Bereket Metin Göktepe’nin ablası imdadıma yetişti ve mizahtan nasipsiz protestocuları kınadı…
* * *
Durup dururken bu bayat ve çok da önemli olmayan meslek anısı nereden çıktı derseniz…
Şundan çıktı:
T24 ekranında Fethiye’nin MHP’li belediye başkanının kentin pek çok yerindeki billboard denen o kocaman levhalara astırdığı bir ilanın haberi çıktı.
Irkçı-milliyetçi belediye başkanı kocaman ilanda şu ince(!) mizahı yapıyordu:
"Ülke bitûnîyme bozulmaması ve hezkırına insana dı hûndure me kuvvetlenmesi dılxaziya meye. Qurban Bayramımız piroz be."
O koca afişin altında da şöyle bir ek yer aldı:
"Anladınız değil mi? Bu yüzden, Tek Millet, Tek Vatan, Tek Dil, Tek Bayrak, Tek Devlet!"
Eh, ırkçı-milliyetçinin mizahı da bu kadar oluyor, deyip geçilebilirdi. Ama hayır, burada bir Türk, Kürtlere dönüp, “Anadil filan diye tutturursanız, işte böyle çorba gibi bir dil çıkar ortaya” demeye getiriyor; “Herkes kendi dilini özgürce konuşsun. Kürtler düzgün bir Kürtçeyle, Türkler düzgün bir Türkçeyle birbirlerinin bayramını kutlasın” demek aklının ucundan bile geçmiyor. Çünkü geçemiyor…
Dayanamadım, bugünkü yazıda, bu mizah yapayım derken nefret suçunun daniskasını işleyen Fethiye Belediye Başkanına ve onun yanında afişin altına imzalarını koyan kentin MHP’li, AKP’li belediye meclisi üyelerine iki çift laf edeyim dedim.
Birkaç paragraf yazdım da…
Ama Fethiye’deki afiş kepazeliğinin dumanı tüterken, ben daha yazıyı bitiremeden T24 ekranına bir haber daha düştü.
MHP’nin Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı ve Yozgat Milletvekili Sadir Durmaz, Fethiye’nin MHP’li Belediye Başkanı Behçet Saatçı’nın “kesin ihraç” talebiyle parti disiplin kuruluna sevk edildiğini açıkladı.
Gerekçe: “…Kutlama mesajında Türkçe dışında kullanmış olduğu dil, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 81'inci maddesine ve parti tüzüğümüzün disiplin hükümlerine, ayrıca partimizin ilke ve prensiplerine aykırı olduğundan…”
* * *
Hayır, hayır… Bundan böyle yazılarımda asla ve asla mizaha sığınmayacağım. Hele kara mizah denen ve pek sevdiğim mizah türüne asla…
Ben MHP’nin Fethiye Belediye Başkanı’nın da, MHP Genel Başkan Yardımcısı’nın da ulaştıkları mizaha asla ve asla ulaşamam. Bu beyhude bir yarış olur…
Haddimi bileceğim ve bundan böyle takır tukur yazılarla idare edeceğim…