06 Ocak 2010

Yahşi Batı – Vıcık Doğu

Siyasetin içinde fazla dolanırsanız bunalırsınız, boğulursunuz...

Siyasetin  içinde fazla dolanırsanız bunalırsınız, boğulursunuz. İşiniz siyaseti izlemek, siyaset üstüne aklınızın erdiği, dilinizin döndüğünce yazı döktürmek ise sık sık bunalırsınız, boğuntu kronik hastalık gibi yakanızdan hiç düşmez...
Kurtuluş ne olabilir? Bir soluklanma molası, bir “hava değişimi” nasıl mümkündür?
Bu kış kıyamette deniz kıyısında çakıl taşı kaydırmaca oynayıp, martılara ekmek parçası fırlatamazsın ya; evde kitap okursun, müzik dinlersin, bilemedin tiyatroya, sinemaya gidersin...
Öyle yaptım.
Yapmaz olaydım...
Önce sinemaya gittim.
Gitmez olaydım.
Beyoğlu'nda sinemaların hepsi silme sıvama Yahşi Batı olmuş. Bir ikisi başka filmler de oynatıyor... Zaten günlerdir gazetelerin sinema sayfalarından, magazin sayfalarına, anlı şanlı köşe yazarlarına kadar hemen hepsinde Yahşi Batı üstüne bir şeyler okuyup duruyoruz. “Bir de ben göreyim şunu” dedim, bilet alıp sinemaya daldım.
Dalmaz olaydım.
Cem Yılmaz’ı daha önce sahnede seyrettim, katıla katıla güldüm, Sahnenin ortasına dikilip “Abi ben mesaj vermiyorum burdan. Ben sadece güldürüyorum” deyişindeki dürüstlükten tad aldım ve meddah geleneğinin son ve çok iyi  temsilcisi olarak içimden sessizce selamladım.
Ama seyrettiğim ilk filmi olan Yahşi Batı’da bırakın gülmeyi gülümsemek bile gelmedi içimden. Koskoca salonda da öyle kahkahalar patlamıyordu ama önümde, sağımda, solumda, ardımda oturan çoğu genç kadın ve erkekler sık sık kıkırdadılar. Özellikle  içinde “sinkaf”lı sözcükler geçen diyaloglarda...
Bir iki defa sıkılıp çıkayım dedim ama dişimi sıktım, “Ha şimdi doğru dürüst bir sahne gelir, komedinin tadını çıkarırım” diye kaldım. I-ıh...
Film bitti çıktım. Aldı beni bir düşünce. Film gişe rekorları kırıyor, İstanbul’un bütün sinemalarında Yahşi Batı var ve gişelerde kuyruklar uzanıyor...
Bozukluk bende olsa gerek. Öyle ya, o kadar kişi komediden anlamıyor da bir ben mi anlıyorum?
Olacak şey değil. 
Sıkıntımı dağıtma umuduyla  bir kitapçıya girdim. En görünür yere deste deste bir kitap dizmişler:
Kayıp Gül.
Yazarını hiç duymadım: Serdar Özkan. Bu ilk romanıymış.
Kitabı alıp evirdim çevirdim. Aman Allahım, ne yazarını duymuşluğum var ne kittabın adını. Gel gör ki bu kitap bu güne kadar 28 dile çevrilmiş, 30’dan fazla ülkede basılmış.
Kapağında “Uluslararası Bestseller” yazıyor. Kore’den Finlandiya’ya, Brezilya’dan  Lübnan’a bütün anakaralarda (Antartika hariç) okurlar bu kitabı kapışmış (Yani kitabın ön ve arka kapak içlerindeki tanıtım metinlerinde öyle yazıyor). Ayrıca yazarı tanıtan kısa notta da Serdar Özkan nam delikanlının halen “full-time” roman yazarlığı yaptığı belirtilmiş. (Valla öyle yazıyor: Full-time roman yazarlığı). 30 dile çevrilmiş ama Türkçe’de ancak yeni çıkan bir roman var elimde. Üstelik Finlandiya’da mı, Kanada’da mı bir yerlerde çıkan yazılarda Paulo Coelho’nun Simyacısı, Çehov’un Martı’sı, Saint-Exupéry'nin Küçük Prens’i gibi dünya edebiyatının yüzaklarıyla karşılaştırılan bir roman...
Bastırdım parayı...
Bastırmaz olaydım.
Aldım Kayıp Gül’ü.
Almaz olaydım.
Bastıran uykuyu filan de yenip bir gecede bitirdim.
Bitirmez olaydım...
Vıcık vıcık bir mistisizm temelinde yürekler acısı bir kitap... Lise son sınıf öğrencisi yazsa yine 10 üzerinden 5 verip sınıfı geçirtirim ama, edebiyat fakültesinden bir öğrenci yazsa o saat sınıfta çaktırırım...
İyi güzel de kitap 50 bin basılmış. Kitapçı tanıdıktır. “Peynir ekmek gibi satılıyor” abi dedi. Yazar delikanlı imza günü düzenlemiş, önünde uzanan kuyruk yüzlerce metreymiş...
*    *    *
Evet, evet... Bozukluk kesinlikle bende olsa gerek...
Binlerce kişinin koşa koşa aldığı kitabı okuyorum, ilk sayfasından sonra ancak dişimi sıkarak ve bakalım nereye varacak bu saçma sapan akış diye okuyabiliyorum.
Binlerce  kişinin koşa koşa gidip en azından kıkır kıkır izlediği bir film seyrediyorum ve ancak sıkıntımı bastırarak sonuna kadar kalabiliyorum...
Drama bilgimden, iyi kötü emek verdiğim sinema sanatı üstüne yargılarımdan, yatkın olduğumu sandığım edebiyattan tad alabilme yetimden çok kuşkuluyum.
Beni, siyaseti bu kadar yakından izleme zorunluğu mu bu hale getirdi acaba ? Yani bir tür meslek kurbanı mı oldum?
Acaba tedavim edilmem mümkün müdür?
Bilmiyorum. Durumum galiba umutsuz...

Yazarın Diğer Yazıları

Bitirilmeyen bir Tırmık ve bir kişisel not

Hiç günü kurtarmak için yazmadım. Bundan sonra da yazmam

Reis boşa koysa dolmaz, doluya koysa almaz

Reis'in derdi büyük. Eğer "Seçim zamanında yapılacak" sözünü ve iddiasını yalayıp yutmayacaksa Anayasa'yı değiştirmek zorunda. Anayasayı değiştirmeye ise Meclis'teki AKP ve MHP milletvekillerinin sayısı yetmiyor. O zaman geriye tek seçenek kalıyor. Erken seçim

Bir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden

MHP Başbuğu partisinin Kızılcahamam kampının kapanışında konuştu. Valla kampa katılan MHP yiğitleri ne düşündüler bilemem. Zaten düşündükleri olumsuzsa dile getirmek MHP çatısı altında pek mümkün değildir. Parti disiplini değil, Başbuğ disiplini olsa gerek. Ama ben elbette her türüyle milliyetçiliğe, dolayısıyla MHP’ye de, onun Başbuğ’una da çok ama pek çok uzağım, öyleyse Başbuğ’un sözleri üstüne düşündüklerimi dile getirebilirim

"
"