12 Eylül 2020

Urho Kekkonen benim neyim olur?

Ah ulan zalim felek! Sade gelirse kahveyi keyifle höpürdetmeyi, orta gelirse içmeyip devrimci direniş tarihine katkıda bulunmayı bana çok gördün ya…

Cumartesi mavralarında en çok hapishane mavraları okunuyor(muş). Zaten bu, gelen e-postalardan, tweet'lerden, Facebook mesajlarından da anlaşılıyor.

E öyleyse bu hafta da devam etsem?

Ne dersiniz?

Gördüm. Kafanızı yukarıdan aşağıya salladınız; gözlerinizi açıp kapattınız…

Öyleyse devam ediyorum…

* * *

Askeri hapishaneler içinde en çok Selimiye kışlasında konuk edildim. Dört kez.

İkisinde bodrum katı sayılması gereken koğuşlarda. Eskiden süvari askerlerin atlarının bağlandığı ahırlar çok da fazla değiştirilmeden hapishaneye dönüştürülmüş. Yanılmıyorsun iki kişilik dört hücre ve 25-30 kişilik üç koğuş.

Öteki ikisinde ise üçüncü (yoksa ikinci miydi?) katta konuk edildim. Kışlanın güneybatıya bakan yüzünde, asker koğuşu iken koridorun iki ucuna kum torbaları ve silahlı nöbetçiler dikilerek oluşturulmuş, nefis deniz manzaralı (ciddiyim), yan yana 4- 5 hapishane koğuşu.

Selimiye kışlası

* * *

Yine "at ahırları" katındaydım. Ya 1977 ya da 1978. Koğuştakilerin hemen hepsi bugün 78’liler diye andığımız kuşaktan. Galiba tek 68’li benim.

Çay içip mavra kaynatıyorduk. Koğuş kapısı açıldı. Her zaman sakin biri olarak tanıdığımız gardiyan astsubay pek telaşlıydı:

- Aydın Engin… Hazırlan, düzgün giyin, gidiyoruz…

Herkes "Abi tahliyesin" diye sevindi ama astsubayın "Düzgün giyin" vurgusu hiç de tahliye haberi vermiyordu. Zaten cümlenin devamı tahliye değil, netameli de olabilecek bir emirdi:

- Çabuk ol. Komutan seni görmek istemiş.

Boş bulundum, sordum:

- Hangi komutan bu başçavuşum?

Bizim sakin astsubay gürledi:

- Bu karargâhta kaç tane komutan olur lan? Komutan işte. Birinci Ordu Komutanı…

Vay be!..

Orgeneral. Dört tane yıldız. Üstelik aynı zamanda sıkıyönetim komutanı.

Altlı üstlü eşofmanı pantolon, gömlekle değiştirip koğuştan çıktım. Dört er ve astsubay beni bekliyorlar. Astsubay belli belirsiz bir mahcubiyetle konuştu:

- Gel bakalım gazeteci. Artık kusura bakmayacaksın…

"Estağfurullah" filan dememe kalmadı, bileklerime kelepçeyi çabucak takıverdi. Sağımda solumda ve ardımda dört silahlı erle yürümeye başladık. İç avluya çıktık. Bilmeyenler için söyleyeyim, o dev boyutlu kışlanın iç avlusu da dev boyutludur. Herhalde iki futbol sahası kadar vardır. Bu kocaman dikdörtgenin bir köşesine yakın bir noktadan yürümeye başladık, köşegen çizerek bir başka uca gidiyoruz.

Avluya açılan bir kapıdan girdik. Bizi bir yüzbaşı karşıladı. Gardiyan astsubay selam ve tekmil vermeye hazırlanırken binbaşı gürledi:

- Yav başçavuş be ne böyle? Komutanın karşısına eli kelepçeli adam mı çıkaracağız?

Kelepçe çabucak söküldü. Yüzbaşı astsubay ve erlerine aşağıda beklemelerini söyleyip beni bir asansöre bindirdi ve galiba iki kat çıktık. Asansörün kapısı açıldığında karşımızda bir albay. Beni tepeden tırnağa bir süzdü:

- Bu muymuş o gazeteci?

Yüzbaşı çakı gibi cevapladı:

- Buymuş komutanım.

Albay berbat bir "şey" görmüş gibi bir suratla, konuşmaya filan tenezzül etmeden, eliyle "Beni takip et" gibi bir işaret çaktı.

Takip ettim. Koridorun sonunda kocaman bir kapıyı albay tıklayıp cevap beklemeden içeri girdi, ardından da ben girdim.

Kocaman bir masa. Masanın başında dört yıldızlı bir general. Birinci Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Necdet Üruğ.

Albay abartılı bir selam verdi:

- Emrettiğiniz tutukluyu getirdik komutanım.

Dört yıldızlı "yarı tanrı" tepeden tırnağa beni süzdü sonra belli belirsiz bir el hareketiyle bana masanın önündeki koltuğu gösterdi, Albay’a da gidebileceğini işaret etti.

Koca ve görkemli koltuğa oturdum ama hemen yayılmadım. Şöyle eğreti iliştim.

- Demek o sensin?

Buna nasıl cevap verilir? Başımı sağlamakla yetindim.

- Kahve içer misin?

Bu defa başımı hararetle salladım. Çünkü ben iflah olmaz bir kahve tiryakisiyim.

Zile mi bastı anlamadım ama kapıda beliren bir ere seslendi:

- Bizi iki orta kahve…

Ben hakiki Egeliyim, kahve cezvesine bırakın şeker koymayı, uzaktan şeker gösterseler o kahveyi içemem. Zaten koskoca orgeneral beni karşısındaki koltuğa oturtmuş, kahve ısmarlıyor. Yani şımardım:

- Şey, benimki sade olsun…

Komutan bana sahici bir şaşkınlıkla baktı. Sonra bana cevap bile vermeden ere döndü:

- Bize iki orta kahve…

Er çıktı. Adam açıkça "Ulan burada kararları da, emirleri de ben veririm, itiraz edeni de madara ederim" diyor. İtiraz edecek halim yok ya. Koltuğa gömüldüm.

Ama içimdeki devrimci kulağıma fısıldadı:

- Gelen kahveden bir yudum bile içme Aydın Engin. Neden diye soracak olursa, ben şeker bulaşmış kahveye dilimi sürmem de…

Kısa bir sessizlik ve komutan önündeki kağıda bir süre baktıktan sonra bana baktı:

- Söyle bakayım bana gazeteci, Keykonen, yok, (yeniden kağıda baktı) Kekkonen senin meyin olur?

Kekkonen? Kekkonen? Bir yerlerden duymuşluğum var ama kimdir, nedir çıkaramadım…

- Kim olduğunu bilemedim efendim…

- Nasıl bilmezsin lan? Kekkonen, Urho Kekkonen… Finlandiya Cumhurbaşkanı…

Urho Kekkonen

Finlandiya Cumhurbaşkanı ha? Tamam adını duymuşluğum, bir yerlerde okumuşluğum olabilir ama tanışmışlığımız yok. Buna eminim. O yüzden kafamı sallayıp "Adını duydum ama tanımıyorum efendim" dedim.

Ses sertleşti:

- Ulan madem tanımıyorsun, bu Finlandiya’nın cumhurbaşkanı başbakanımıza ve bizzat bana son otuz beş gün içinde tam dört defa senin serbest bırakılmanı isteyen mesajları niye yolluyor?

Anlaşılan dışarıda bizim teşkilat boş oturmamış, sıkı bir dayanışma örgütlemiş, Finlandiya’nın koskoca Cumhurbaşkanı da…

Yine de susup, cevap bekleyerek bakan komutana, "Bilmem ki paşam" der gibi kafamı sallasam belki sorun olmayacaktı. Ama ben dört yıldızlı "yarı-tanrı"yı eğitmeye kalkıştım:

- Şimdi bakın paşam, düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü batılı ülkelerin çok hassas olduğu konulardır. Burada sıkıyönetimde siz sık sık bu özgürlükleri zedeleyebilen bazı kararlar, bazı uygulamalar…

Cümlemi bitiremedim. Adam bu defa sahiden gürledi…

- Ben sana akıl öğret demedim efendi. Soruma cevap ver dedim. Kalk… Kalk ayağa… Haydi yıkıl burdan...

Galiba zile bastı. Somurtuk Albay kapıda belirdi:

- Al bu herifi geldi yere yolla…

Biz çıkarken elindeki tepside iki kahve fıncanı taşıyan er girmek için bizim çıkmamızı bekliyordu.

Ah ulan zalim felek! Sade gelirse kahveyi keyifle höpürdetmeyi, orta gelirse içmeyip devrimci direniş tarihine katkıda bulunmayı bana çok gördün ya…

* * *

Aşağıda gardiyan astsubayla erleri bekliyorlardı. Asansörden birlikte çıktığım yüzbaşı o sırada çalan telefona koştu. Bir şeyler dinledi. "Tamam komutanım" dedi ve benim gardiyan astsubaya döndü:

- Kelepçesini tak da götür şu herifi…

Eller kelepçeli, sağımda solumda birer, arkada iki silahlı er ve yanımdaki astsubayla avludaki köşegeni bu kez ters yönden yürümeye başladık.

Yazarın Diğer Yazıları

Bitirilmeyen bir Tırmık ve bir kişisel not

Hiç günü kurtarmak için yazmadım. Bundan sonra da yazmam

Reis boşa koysa dolmaz, doluya koysa almaz

Reis'in derdi büyük. Eğer "Seçim zamanında yapılacak" sözünü ve iddiasını yalayıp yutmayacaksa Anayasa'yı değiştirmek zorunda. Anayasayı değiştirmeye ise Meclis'teki AKP ve MHP milletvekillerinin sayısı yetmiyor. O zaman geriye tek seçenek kalıyor. Erken seçim

Bir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden

MHP Başbuğu partisinin Kızılcahamam kampının kapanışında konuştu. Valla kampa katılan MHP yiğitleri ne düşündüler bilemem. Zaten düşündükleri olumsuzsa dile getirmek MHP çatısı altında pek mümkün değildir. Parti disiplini değil, Başbuğ disiplini olsa gerek. Ama ben elbette her türüyle milliyetçiliğe, dolayısıyla MHP’ye de, onun Başbuğ’una da çok ama pek çok uzağım, öyleyse Başbuğ’un sözleri üstüne düşündüklerimi dile getirebilirim

"
"