Hafta başındayız. Gündem imanına yüklü.
Anayasa yazım sürecinin ilk adımlarında AKP su koyverdi. Sonraki adımlarda ne olacağının yeterli habercisi. Ne diyeyim?
“İlk kim gördü? Predatörler mi, heronlar mı” tartışması uzlaşarak çözüldü gibi ama esas soruya, “Bombalayın şunları, emrini kim verdi” sorusuna cevap vermemek için, cevap vermesi gerekenler kıvırdıkça kıvırıyor. Ne diyeyim ?
Şike sanığı Aziz Yıldırım Fenerbahçe’ye yeniden başkan seçildi. Tamam, hüküm giymedikçe masum; ama beraat etmedikçe de sanık. Yine de Fenerbahçe gibi Türkiye’nin en kitlesel desteğe sahip kulübüne yine ve yeniden başkan. Ne diyeyim?
19 Mayıs bir bayram olarak değil siyasal ve ideolojik kampların itiş kakışı içinde geçti. “Bayramı askeri bir gösteri gibi değil, bayram gibi kutlayacağız” diye kostaklanan AKP elebaşıları Atatürk anıtlarına çelenk koymayı yasaklamak gibi bir akıl tutulması ile ülkedeki ideolojik ve siyasal kamplaşma ateşine benzin döktü. Ne diyeyim?
Evet, gündem bu kadar yüklüyse, gazete yazarıyım diye ortaya çıkana (yani bu yazı bağlamında bana) bu konulardan birine takılıp kalem oynatmak düşer.
Düşsün...
Ben başka dalgalara düştüm ve iyi ettim. Ayrıntısı aşağıda, özeti bu Tırmık’ın başlığında...
* * *
Latince kökenli dillerde “Ada” sözcüğü “isle, isola” gibi sözcüklerle karşılanıyor. Yani: Yalıtılmış, izole olmuş kara parçası...
Benim yoksul ve güzel ve -bu günlerde- pek yalnız Ada’m Marmara iki gündür dünyadan epey yalıtılmış durumda.
Sert geçen kışın hırçın rüzgarları, boşanan sağanakları telefon direklerini neredeyse secdeye yatırmış. Ada’da bir çok telefon (bu arada benimki) kesik; bir çok yerde (bu arada bende) internet bağlantısı yok. Onarım ekiplerinin çalıştığı söyleniyor ama ben ortada çalışan birilerini görmüyorum ve bizim evin yakınındaki telefon hatlarını taşıyan direk yere dik değil, paralel duruyor.
Uzun lafın kısası: Telefon yok, internet yok, eh bende de cep telefonunu normal telefon yerine kullanacak bütçe yok.
Sonuç?
Sonuç unutulmuş hazlar, küçük mutluluklarla yeniden tanışma oldu.
Sabahtan beri toprakla kucak kucağayım. 20 domates fidesi diktim. Daha önce de 30-40 biber, kabak, fasulya, fidesi dikmiştim.
Fırtına sınırında esen poyraz ve karayel, acem borazanını (Ne tuhaf çiçek adı değil mi?) tırmandığı yönün tersine bükmüş. Tellerle onu eski haline getirdim. Mor salkımın uzayan filizlerini disipline soktum. Biraz daha dal salınca öğle güneşinde bile çardağın altı serin olacak...
Ben toprakta çalışırken yakın arkadaşım hırsız saksağan çınarın dalına konup beni izledi. Peynir koysam çalıp tüyecek. Oysa ben, bana biraz daha arkadaşlık etsin istiyorum. O da bekliyor...
* * *
Ey okur, haberin olsun: Telefonsuz, internetsiz hayat pek güzelmiş... Düşünün, arayan ulaşamıyor, siz de kimseyi aramıyorsunuz. Meğer böylesi ne güzelmiş...
Bilgisayarın kutusunda epey mail birikmiştir. Biriksin... Meğer maillere bakmadan, acil olanları cevaplamadan gün geçirmek ne güzelmiş...
İnternet olmayınca gazete de yok. Gazete olmayınca ekran başına çöreklenip saatlerce gazete okumak da yok. Onun yerine kopmuş bahçe hortumunu onarmak; sert geçen kışta ayakta kalmayı başaramamış, baharda uyanamamış, donup çürümeye geçmiş buz çiçeklerini tırmıkla (yazı tırmık değil, sahici tırmık) toplayıp bir köşeye yığmak; günlerdir yağan yağmurda ıslanmış toprağı ayaklarının altında ve avuçlarında, parmak aralarında duymak ne güzelmiş.
Yazı saati gelince siyaset üstüne bir şeyler döktürmek yerine oturup böyle hercai bir Tırmık yazmak ne güzelmiş...
Ege toprağında geçmiş harikulade çocukluğuma dönmek ne güzelmiş...
Peki bu benim için paha biçilmez “Unutulmuş hazlar”ı ve “Küçük mutlulukları” okurla paylaşmak da güzel mi?
Onu bilemem. Ama ben küçük mutluluklarımla mutluyum...
İnşaallah telefon yakında bağlanmaz, internet de gelmez...
Amin...