Hatırlıyorum, Harp Akademileri'ndeki bir konferansta Profesör Erol Manisalı’nın “sunum”unun ardından söz alan MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç’tı. Türkiye’nin AB ve ABD ile ilişkilerini bitirip Rusya ve İran’la bir birlik oluşturmasını önermişti. General önerisini “emperyalizme karşı” bir önlem ve adım olarak nitelemişti.
O günlerde bir Tırmık yazmıştım, Tuncer Kılınç’a “Paşam, o dediğinize antiemperyalist bir adım değil, bir başka emperyalist mihrak oluşturmanın parçası olmak denir” demiştim. Gitgide ulusalcılığa yönelen Cumhuriyet okurlarının bir kesiminden fırça da yemiştim. “Koskoca orgeneral bilmiyor da sen biliyorsun değil mi” filan diye yazmışlardı.
Koskoca orgeneral bilmiyordu.
Zaten bilgisinin sınırlarını Belçika’daki Türkiyeli dernekleri ile yaptığı bir toplantıda döviz ihtiyacımızla ilgili olarak “Matbaamız var, basarız istediğimiz kadar doları” diyerek kanıtlamıştı da...
Gel gör ki general Kılınç’ın o günkü sözleri ve önerisi ulusalcı kesimde epey taraftar toplamış “NATO ordusundan antiemperyalist orduya” gibi yazı başlıklarına konu olmuştu.
Oysa general Kılınç da, önerisine hararetle sahip çıkanlar da bir noktayı gözden kaçırıyorlardı:
Antiemperyalizm, sosyalizm kuruculuğuna giden yolda bir basamaktır. Sosyalizm kuruculuğu aşamasına geçmeden önce o ülkede bütün ulusal güçlerle (yani ulusal ticaret ve sanayi burjuvazisi, küçük burjuvazi, köylülük ve işçi sınıfı ile) antiemperyalist bir cephe oluşturmayı hedeflemektir.
Sol içeriği boşaltılmış, sosyalizm hedefini önüne koymamış bir antiemperyalist hareket ise kaçınılmaz olarak milliyetçiliğin (=ulusalcılığın) sınırları içine hapsolur...
Nokta.
* * *
Türkiye, Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı'nın dümenini doğrudan eline almasından itibaren Ortadoğu, Kafkaslar, Ortaasya ve Rusya ağırlıklı açılımlara yöneldi. Bu yönelim bugünlerde iyiden iyiye günışığına çıktı.
ABD ile ilişkiler epey gerginleşti; AB hedefi “Olsa da olur, olmasa da olur” çizgisine geçti; özellikle Ortadoğu ülkeleri ile alışılmışın ötesinde yoğun diplomatik ilişkilere geçildi, önemli anlaşmalar imzalandı; imzalanıyor.
Geçtiğimiz hafta bu yeni dış politika yönelimi, moda deyimle tavan yaptı. Türkiye Ortadoğu, Kafkaslar ve Rusya’nın devlet başkanlarından çoğunun katıldığı toplantılara ev sahipliği yaptı.
AKP Hükümetinin bu yeni rotası batı başkentlerinde kaygıya, ürküntüye ve şimdilik düşük dozlu protestolara yol açtı. Son üç günün gazetelerini elden geçiren her okur bunu gözlüyor...
AKP’nin bu dış politika atağını sadece Washington ve AB başkentleri değil, Türkiye’nin ulusalcıları da kıyasıya eleştiriyorlar...
Ben de bunu anlamakta zorlanıyorum. İşte bir zamanlar göklere çıkarılan Kılınç Paşa’nın önerileri AKP eliyle ete kemiğe bürünüyor. Kendinizle tutarlıysanız karşı çıkmak değil alkış tutmanız gerekmiyor mu?
Yoksa “Atılan adımlar doğru ama bunu yapan AKP” diyerek mi karşı çıkmaktasınız ?..
* * *
Sosyalistlere gelince... (Yok düzeltiyorum: Sosyalistler adına konuşmak ne hakkım, ne haddim) Bana gelince...
Bir kere AKP’nin attığı bu adımların, dış politikadaki bu yeni yönelimin kalıcı sonuçlar doğuracağını, ABD ve hele hele AB ile ipleri gerekirse koparacak bir aşamaya ulaşacağını sanmıyorum. Bence bu sadece bir çaba olarak kalacak ve olsa olsa AKP’ye ABD ve AB ile daha sıkı pazarlık etme olanağı sağlayacak.
Ama daha önemlisi bu adımları antiemperyalist olarak filan nitelediğim yok. Türkiye ABD’nin uysal ortağı olmak yerine bölgesel bir güç olarak daha ciddiye alınır, sözü daha çok dinlenir bir ortak olmaya çabalıyor. Bölgesel güç terimi bal gibi, Ortadoğu (petrol demek), Kafkas (doğalgaz demek), Ortaasya (doğalgaz ve petrol demek) ülkeleri üstünde Rusya desteği ile emperyal bir rol ve ağırlık üstlenme çabası anlamına gelir.
Peki ulusalcıların istediği tam da bu değil miydi?
Öyleyse itiraz niye?