28 Aralık 2012

Soner Yalçın Niye Dışarda, Yalçın Küçük Niye İçerde ?

Başlık, bu yazının mantığını zaten haber veriyor. Ama yine de biraz daha açalım

Başlık, bu yazının mantığını zaten haber veriyor. Ama yine de biraz daha açalım.

OTV Davasının dünkü duruşmasında Soner Yalçın 682 günlük bir tutukluluğun ardından tahliye edildi. Aynı davanın sanıklarından Yalçın Küçük  ve Hanefi Avcı ise tahliye edilmedi.

Neden?

Soner Yalçın’ın delilleri karartma, kaçma, tanıkları etkileme koşulları ortadan kalktığı için olsa gerek. Böyle olsa gerek çünkü yasa tutuklama gerekçesinin ana kurallarını böyle tanımlıyor. Mahkeme de duruşmalar boyunca bu gerekçelere dayanarak tahliye taleplerini reddetmişti. Şimdi Soner Yalçın’ın daha önce karartabileceği ve artık karartamayacağı; daha önce kaçma olasılığı varken artık bunun kalmadığı; tanıkları (Hangi tanıkları acaba?) etkileme olanağı vardı ve artık etkileyemeyeceği anlaşılmış.

Gel de gülme…

Peki Soner Yalçın için geçerli olan bu değişiklik Hanefi Avcı ve Yalçın küçük için geçerli olmasa gerek ki onların tahliye talepleri reddedildi. Acaba Küçük ve Avcı hangi delilleri karartabilirler, kaçarlar mı ve hangi tanıkları etkileyebilirler?

Gel de öfkelenme…

Bir soru daha, Soner Yalçın bu yargılamanın sonunda beraat ederse yaşamından çalışanan 682 günün hesabını kim ve nasıl verecek? 682 gün önce geçerli olup bu gün geçerli olmayan gerekçeler mi var? Mahkeme kararının gerekçesinde bu soruya dolaylı olarak ama aynı zaman da gayet net olarak “Var” diyor.

Gel de sorma:  Mahkeme bu gerekçeye sahiden inanıyor mu ?

*    *    *

Buraya kadar yazdıklarıma sanırım bu gün okuyacağınız kağıt gazetelerdeki pek çok yorumcu da üç aşağı beş yukarı aynı –haklı- mantıkla değinecek ve tahliye kararının 682 gün gecikerek gelmesini sorgulayacak.

Ancak benim açımdan iki gündür sürdürdüğüm ve çağdaş hukuk ilkeleri ile Türkiye’de geçerli yasalar ve onları uygulayan savcı ve yargıçlar arasındaki uçurumu tartışmaya çalıştığım yazılar açısından ODA TV davası sahiden mükemmel bir kanıt.

Türkiye’de adalet aygıtı, yargıç ve savcıların ideolojik tutku ve takıntılarının tutsağı oldu. Bu benim uydurduğu bir eleştiri ya da teşhis değil. Mithat Sancar ve arkadaşlarının yargıç ve savcılar arasında TESEV için yaptıkları bir araştırmada ürkütücü sonuçlar var. Yargıç ve savcıların büyük (sahiden büyük) çoğunluğu hukukun değil devletin yanında durduklarını açıkça ve pervasızca belirtiyorlar. Hukuk ile devlet arasında bir tercih yapmak gerekirse yerlerinin devletin safı olduğunu vurguyla söylüyorlar. Bunun hukukun ve adaletin ırzına geçmek anlamına geldiği sanki umurlarında değil.

Üstelik onlar bunu itiraf etmeselerdi bile yakın tarihimiz bu gerçeğin kanıtlarıyla dolu. 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından kurulan ve sonunda seçilmiş bir başbakan, bir maliye bakanı ve bir dışişleri bakanının idam edilmeleriyle sonuçlanan Yassıada duruşmalarını hatırlayın; yaşınız tutmuyorsa sıradan bir google turuyla öğrenin. 12 Mart, 12 Eylül yargı süreçlerini, 28 Şubat döneminde yüksek yargıdan gelen “incileri”, Platon’un seçkinci hatta faşizan izler taşıyan bilge yargıçların yönettiği “Yargıçlar devleti”nin önerisinin Türkiye yüksek yargısındaki izdüşümlerini arayın.

Ve bugün ister Silivri’de, ister bir Anadolu kasabasının ceza mahkemesinde yargılama süreçlerini, savcıların kaleminden çıkmış iddianameleri, yargıçların kestiği  hükümleri elden geçirin.

Ayrıca…

Neyse… Bu nazik ve netameli bir konu; cümleyi tamamlamayayım…

*    *    *

Bugün Türkiye’nin hemen her ilinde açılan üniversitelerin (Üniversite?) pek çoğunda hukuk fakülteleri var. Taşıma hoca ile döndürülen, sabah uçakla gelip, akşam büyük kente dönen öğretmenlerin hukuk öğrettiği(!), yardımcı doçent kadrolarıyla idare edilen hukuk fakülteleri... Buradan mezun olanlar avukat, savcı, yargıç oluyorlar ve adaletin ete kemiğe bürünmesi gibi olağanüstü zorlu ve sorumlu bir görev yapıyorlar.

Eğer bu genç hukukçular kendi kişisel çabaları ile hukuk bilgilerini geliştirmiyor, derinleştirmiyor, okulda kendilerine öğretilenlerle yetiniyorlarsa ört ki ölem…

Taraf yazarı Namık Çınar bir yazısında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Serhat Sinan Kocaoğlu’nun bir yazısını alıntıladı. Ben oradan aktarıyorum ve benim tartışmaya çalıştığım konuda söylenebilecekleri çok yalın  ve çok yetkin dillendiriyor.

Buyrun:

“…Hâkim ve savcıların niteliği meselesi çözülmeden, Türkiye’nin yargı mekanizması dönüştürülemez.Temel problem yargı mensuplarının niceliği değil, niteliğidir.

Anayasa bile, hâkim ve savcı niteliklerini düzenleyen herhangi bir norm öngörmemekte; hatta nitelik meselesini es geçerek, normal devlet memurundan çok da farklı olmayan bir kamu görevlisi tipiyle yetinmektedir.

Oysa yeterli niteliklere sahip olmayan hâkim ve savcıların yürüteceği hukuki işlemler, gerçek bir yargılamaya değil, adalet dağıtma görüntüsü altında haksızlığın bizatihi devlet eliyle işlendiği biçimsel bir yargılamaya dönüşerek, meşruiyet sorunu üreteceklerdir.

Siyasal partiler, Türkiye’yi evrensel hukuka uygun bir yargı sistemine kavuşturmayı amaç edinecekleri yerde, ideolojik mücadeleden kim egemen çıkar da iktidarı ele geçirirse, olması gereken hukuktan uzak bir anlayışla, kadrolaşma odaklı hâkimler ve savcılar yaratmaktadır…”

Alıntı bu kadar.

Haydi şimdi bir daha soralım: Soner Yalçın niye dışarıda; niye 682 gün sonra dışarda ve  Yalçın Küçük ile Hanefi Avcı niye içerde ?

Dikkat edin “Niye yargılanıyorlar” diye sormuyorum, “Niye tutuklu yargılanıyorlar” diye soruyorum.

Sahi niye ?

Yazarın Diğer Yazıları

Bitirilmeyen bir Tırmık ve bir kişisel not

Hiç günü kurtarmak için yazmadım. Bundan sonra da yazmam

Reis boşa koysa dolmaz, doluya koysa almaz

Reis'in derdi büyük. Eğer "Seçim zamanında yapılacak" sözünü ve iddiasını yalayıp yutmayacaksa Anayasa'yı değiştirmek zorunda. Anayasayı değiştirmeye ise Meclis'teki AKP ve MHP milletvekillerinin sayısı yetmiyor. O zaman geriye tek seçenek kalıyor. Erken seçim

Bir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden

MHP Başbuğu partisinin Kızılcahamam kampının kapanışında konuştu. Valla kampa katılan MHP yiğitleri ne düşündüler bilemem. Zaten düşündükleri olumsuzsa dile getirmek MHP çatısı altında pek mümkün değildir. Parti disiplini değil, Başbuğ disiplini olsa gerek. Ama ben elbette her türüyle milliyetçiliğe, dolayısıyla MHP’ye de, onun Başbuğ’una da çok ama pek çok uzağım, öyleyse Başbuğ’un sözleri üstüne düşündüklerimi dile getirebilirim

"
"