Sendikal hareket doğası gereği "sol"dur. Sermayedar sınıfın karşısında işçi sınıfının ekonomik ve sosyal haklarını korumak, savunmak, geliştirmek, iyileştirmek için kurulmuş örgütlerdir. Yani sermayedar sınıfların partilerine (ki topluca sağ partiler diyoruz) yaslanmaları, onları desteklemeleri ya da onlar tarafından desteklenmeleri "eşyanın tabiatına" aykırıdır.
Nitekim sendikal hareketler her yerde sosyal demokrat ya da komünist partileri desteklediler; o partileri siyasal temsilci olarak benimsediler.
Hatırlayalım: Sosyalist hareketteki Birinci Dünya Savaşının hemen öncesindeki büyük siyasal bölünme sonunda aynı kökten (Marksizm) gelen iki büyük siyasal akım çıktı ortaya: Sosyal demokratlar ve komünistler.
Bu bölünme sendikal harekete de neredeyse birebir yansıdı. Kimi ülkelerde komünist partisine yakın sendikalar (Mesela Fransa), kimilerinde (Mesela Almanya) sosyal demokratlara yakın sendikalar güçlü kanadı oluşturdular. Ancak sonuçta siyasal bölünme, sendikal bölünmeye de sıçramıştı ve bu ister istemez sermaye ve sermaye partileri karşısında bir güç kaybıydı.
Bölünmenin arkası geldi.
Bütün sosyal demokrat partilerin anası sayılmak gereken Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) 1959’da ünlü Bad Godesberg Kongresinde devrim’den vazgeçti. Kitlesel bir ayaklanmayla siyasal iktidarı alma hedefi (Devrim) yerine burjuva demokratik sistemin kuralları çerçevesinde iktidara yürüme ve sosyalizmi böyle kurma hedefini benimsedi.
Ancak sosyal demokratların komünist partilerden kopuşu, yolunu ayırması bu çerçevede kalmadı. Özellikle 90’lı yıllarda Alman Sosyal Demokrat Partisi serbest piyasa ekonomisini utangaç bir dille de olsa benimsedi. Bu çizgi Avrupa’nın öteki sosyal demokrat partilerince de ardarda benimsendi.
Kısa süre öncesinde ise "Duvar" yıkılmış, sosyalist sistem parçalanmaya başlamış, kısa süre sonra Sovyetler Birliği dağılmış ve 75 yıllık bir sosyalizm kurma denemesi bir dizi dersle ama sonuçta başarısızlıkla noktalanmıştı.
Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa’da komünist partilerin yönettiği ülkeler, onların dışında kalan Yugoslavya, Arnavutluk adım adım kapitalist sisteme döndüler. Çin ise zaten epeydir komünist parti yönetiminde "vahşi kapitalizme" dönmüş ve o yolda hızla ilerlemekteydi.
Sosyal demokratlar önce bu gelişmeyi kendi zaferleri olarak algıladılar ve öyle öğündüler. Oysa aynı kökten, Marksizmden gelen siyasal hareketler küresel kapitalizm karşısında kitleleri, özellikle işçi kitlelerini saracak, kucaklayacak bir programdan yoksun kalmışlardı.
Ekonomik, sosyal, kültürel ve ille de siyasal bağlamda küresel kapitalizmin dayattıkları karşısında "Öyle değil, böyle" dedirtecek kapsamlı bir programdan yoksun sosyalist hareketler ve partilerdeki bu tıkanıklık ister istemez sendikal harekete de yansıdı. İşçilerin önce sendikalarıyla bağları gevşedi, ardından sendikalardan yığınsal kopuşlar başladı.
Sosyalist politikanın çıkmazı işçi hareketini ve özellikle sendikal hareketi de derinden etkiledi, ağır yaraladı.
* * *
Türk İş’de başkan değişimi olduğu ve bunu kimselerin "iplemediği" gün başlayan ve bugün üçüncüsü yayınlanan "dizi-Tırmık" sendikal hareketin bütün dünyada derin bir bunalım içinde oluşunun nedenlerini irdelemeyi amaçladı.
Ama ilk günden de altı çizildi: Bu kapsamlı ve karmaşık konuyu eksiksiz açıklayacak bir analiz bir gazete yazısının sınırları içinde mümkün değildi.
Olsa olsa bir tartışmayı başlatabilirdi.
Başlatır mı bilemem.
Bildiğim Türkiye’de sendikal hareketin cılızlaşmış, siyasal ufkunu yitirmiş halini; kamu sektörü dışında pek az işçiyi temsil edebilen, 60’lı yılların o coşku veren fabrika işgallerden, 70’lı yıllara damgasını vuran kitlesel grevlerden, görkemli 1 Mayıs kutlamalarından bugüne ne kaldığını ve bunun nedenlerini tartışmak kendini solcu olarak tanımlayan her kişi ve kuruluşun ödevi olsa gerek.