Güler Zere hapisten çıktı, Adana’da bir hastaneye yatırıldı. Hastanenin penceresinden Seyhan ırmağı görünüyor. Beton duvarlar ve demir kapılar ardında iken en çok Seyhan’ı özlermiş. Seyhan ırmağını görmüş, tansiyonu düzelmiş...
Ne kadar mutlu olduk değil mi?
Medyamız bize bu müjdeli haberi hiç sektirmeden ve geciktirmeden verdi. Cumhurbaşkanınca zor bela, ite kaka af kararı verildi; Güler Zere tahliye edildi ve her şey düzeldiiiiii. Vicdanlarımız artık rahat. Artık Güler Zere’yi unutabilir, onu belleğimizin derinliklerine gömebiliriz...
Masal bitti. Güler Zere erdi muradına, biz çıkalım kerevetine...
Öyle mi?
* * *
Öyle değil...
Güler Zere Seyhan ırmağına baktı ve şimdi apar topar İstanbul Çapa Hastanesi'ne getirildi. Belki yaşamdan birkaç gün daha kazanır umuduyla...
Eğer duyarlı yurttaşlar aylardır Güler Zere’nin durumunu gündeme taşımasalardı; eğer medya (aslında sorunu kamuoyu önüne epey geç taşımasına rağmen medya) sorunun yakıcılığını, uzun yıllara hükümlü genç bir kadının ölüme yolculuğunu ve bürokrasinin ahlak sınırlarını taşan duyarsızlığını gündemine almasaydı Güler Zere şu anda bir hapishane hücresinde, bilemediniz bir hastanenin hükümlülere ayrılmış berbat bir odasında ayak bileğinden yatağa kelepçeli olarak yaşıyor olacaktı...
Yanılıyor muyum?
Şu an ülkenin hapishanelerinde kaç Güler Zere var hiç düşündünüz mü?
Hapis cezası dört duvar arasında, demir parmaklık ardında yaşamaya muhkum edilmişlik demektir. Dört duvar arkasında, duvarların sağır, dışarıya ses sızdırmayan acımasızlığında yeni ve sürekli ve sistematik işkence demek değildir.
Gel gör ki mafya babalarının kebap, kadın partileri düzenleyebildikleri hapishane düzeninde siyasal suçlardan hüküm giyenlere yaşamı katlanılmaz kılacak ek önlemler aralıksız ve ısrarla uygulanır. Ek önlem dediğim, görüş yasaklarından başlar, aşağılık duyguları içinde ezilmiş ve canavarlaşmış gardiyanlara, birinci, ikinci, üçüncü müdürlerin sinsi ve sistematik sadizmlerine uzanır. Okuyacağınız kitaba, gazeteye; yazdığınız mektubun yerine ulaşıp ulaşmamasına elifi görse mertek sanacak herifler karar verir.
Ölüm oruçlarında, “hayata dönüş” diye anılan ölüme yolcu etme operasyonlarında ölümcül yaralar almış, bedensel ve ruhsal açıdan geri dönüşsüz sakatlanmış nice Güler Zere şimdi, şu anda, bir hapishane hücresinde acı çekiyor ve o kalın taş duvarlar dışarıya bu acı çığlıklarını sızdırmıyor.
Bizler duymuyor, bilgiyor, tanık olmuyoruz. Bilmiyor, duymuyor, görmüyorsak “yok sayıyor” ve sorunu demokratlık görevlerimizin bir parçası yapmıyoruz...
“Ama onlar teröriiiiistt” yıvışıklığına sığınıp kendini aklamaya, vicdanımızı rahatlatmaya hakkımız yok.
Bu ülkede üstüste değiştirilen ve her değiştirilişinde daha da ağırlaştırılıp “saçmalık” sınırına ulaşmış bir Terörle Mücadele Kanunu (TMK) var. Bu yasa uyarınca, üniversite kampusunda halay çekti, piknik yaparken devrimci türküler söyledi, bir protesto yürüyüşüne katıldı diye “örgüt üyeliği”nden 12, 15, 18, 24 yıla mahkum edilmiş yüzlerce kadın ve erkek, Türk ve Kürt “Güler Zere” var.
Onlara uygulanan TMK maddelerini sorgulamak, hapishaneleri birer işkence ve izolasyon tezgahına çeviren zihniyete itiraz etmek için her birinin ölümcül kansere mi yakalanmaları gerekiyor?
Demokrasi mücadelesi sadece “dışarıdaki” yurttaşların özgür, demokratik ve adil bir Türkiye’de yaşamaları için çaba göstermekten ibaret olamaz. “İçerdekiler” de yurttaşımızdır ve çağdaş, evrensel ceza ilkelerinin sınırlarını bir nebze bile aşan her haksızlıkla da mücadele görevimizdir.
* * *
Bana sık sık “Ama Silivri’de yaşanan haksızlıklara ilişkin tek satır yazmıyorsun” dendiği oluyor.
Silivri’de yatan ve tutuklu olmasının hiç bir hukuksal açıklaması mümkün olamayacak rektörlere, gazetecilere de, bir taşra kentinin F tipi hücresinde acıyla kıvranan (kıvrandırılan) gencecik kadın ve erkeklere de duyarlı olmak bir yurttaşlık görevi olsa gerek...
Ama bu birkaç satırla geçiştirilecek konu değil. O yüzden yarına kalsın...