İnsanlar inanmak istediklerini savunmak, istemediklerini de yalanlamak isterler.
Sorunun kaynağı “inanmak”ta. İnanmak doğası gereği sorgulamayı reddeder.
İnanan, inanmak istediğinin gerçek olmasını “için için” (bazan da “dışın dışın :) diler. Sorgulamaz ama konuyla ilgili kendi inancını, inanmak istediğini pekiştiren kanıtları görmezlikten de gelmez. Tersine onlara ve hemen her zaman sadece onlara sarılır.
Bir örnek:
17 Haziran 1972’de, Washington’da Demokrat Parti’nin seçim üssünün bulunduğu binaya giren beş adam hırsız oldukları kuşkusuyla polis tarafından yakalandılar.
İki gün sonra Washington Post gazetesinin iki habercisi Bob Woodward ve Carl Bernstein açıklamadıkları bir kaynaktan aldıkları bilgilerle adamların hırsız olmadıklarını, tersine dönemin ABD Başkanı Nixon’un talimatıyla Demokrat Parti’nin telefon konuşmaları dinlemeye yarayacak bir düzenek yerleştirmek için o binaya gizlice giirdiklerini ortaya attılar.
Bu yazıya sığmayacak kadar uzun, gitgellerle dolu bir süreç başladı. Nixon ve partisi iddiaları kesin bir dille reddediyor, Demokratlar da bu açıktan yararlanarak Nixon’u köşeye sıkıştırmaya çabalıyorlardı.
Harikulade bir medya serüvenidir. Kaynaklarından emin olan Woodward ve Bernstein geri adım atmadılar. İktidar kanadından gelen baskıları mesleğimizde alkışlanası bir dirençle göğüslediler; yeni kanıtlar ortaya attılar. Sonunda Nixon gerçeği itiraf edip, ağlamaklı bir sesle istifa etti.
O günlerde Cumhuriyetçi partiden bir ABD senatörü ateşli bir nutuk attı. Adını hatırlayamadım, aradım bulamadım. Ama belleğime kazınmıştır. Neredeyse alıntı yaparak aktarıyorum:
- Ben yurtsever bir Amerikalıyım. Sansasyon yaratıp şöhret olma tutkusunun kör ettiği, kaynaklarını açıklayamayan iki gazeteciye değil bu ülkede halkın oylarıyla seçilmiş Başkan’a inanırım.
Bu ateşli sözlere iki gazetecinin verdiği cevap İletişim Fakültelerinde okutulması gereken bir meslek dersidir:
- Biz inanmayız, sorgularız. Sonucu da olduğu gibi yazarız. Kazanan gerçek olur.
* * *
Seymour Hersh’in ortaya attığı, Robert Fısk’ın büyük ölçüde desteklediği son günlerin ünlü tartışma konusundan, ”Sarin gazı muamması”ndan söz ediyorum.
Şam’ın banliyosu Dogu Guta’da 1,100 (bazı kaynaklara göre 1.300) Suriye yurttaşının öldüğü o kalleş saldırıdan, o korkunç cankırımından…
Hersch’in makalesi yayınlandıktan hemen sonra tarafların tümünden -bence epey kuru, ”sustu demesinler” duygusu yaratan- yalanlamalar ardarda geldi.
Tuttum “Sarin gazı pis kokuyor” başlıklı bir Tırmık yazdım. Erdoğan – Davutoğlu ikilisinin Suriye üstüne yürüttükleri berbat siyasette kimi “sabıka kayıtları”nı sıralayıp, Seymour Hersh gibi bir meslek çınarını itibarsızlaştırmaktansa iddiasının gerçek olup olamayacağını sorgulamaya çabaladım.
Böyle yaptım çünkü resmi ağızlardan yapılan yalanlama açıklamalarının daha sonra “yalanlamaların yalanlanması” sonucunu doğurduğuna çok tanık oldum. Ustalarımdan Abdi İpekçi’nin TGC’de verdiği bir konferansdaki “Resmi yalanlamalar haberciler için önemli bir haberin ilk sinyalleridir” cümlesi beni her zaman çok etkiledi.
Sarin gazı muamması üstüne daha sonra epey yazı yazıldı; çok sayıda okur tweeter üstünden kendi görüşlerini dillendirdiler. (İçlerinden biri Hersch’in yazdıklarının tamamen gerçek dışı olduğuna inanmış olacak ki yolladığı tweette “Bu kadar yanlış bilgiyi gerçek farzedip alt alta yazınca adı ‘pis koku’ oluyor; lanet olsun entellektüelliğinize” deyip son ayların modası lanet okuma kervanına katıldı. Entelektüellik iddiam yok ama yine de lanetlendim işte!..
Genç meslektaşım Ceren Kenar Türkiye gazetesinde konuyu iki yazıda ele aldı. Dikkatle okudum. Yazılar bence “Hersch’in söyledikleri saçma bir iddia” önkabulünden hareket ediyordu ve Hersch’i yalanlayan kanıtları ardarda sıralıyordu.
Böylesi “muamma haberler”de tercihe göre iddiayı kanıtlayan ve yalanlayan pek çok “kanıt” vardır. Bazıları uzmanlığından kuşku duyulmayacak kişilerden ya da kurumlardan gelir.
Hatırlayın: ABD, İrak’a girmeden önce Saddam’ın elindeki kitle imha silahları üstüne yazılıp çizilenlerde de buna tanık olduk. Çok saygın bilinen kişi ve kurumlar Saddam’ın elinde o ölümcül silahların olduğunu kimselerde kuşku bırakmayacak bir dille ileri sürüyor, kanıtlar sergiliyorlardı.
Sonrasını biliyorsunuz…
* * *
Ortadoğu’da olup biteni iyi bilen meslektaşlarım var. Ama benim için ortadoğu konusuda başvuru kaynağı her zaman Mete Çubukçu arkadaşım oldu. Gönlünün çekmediği, inanmak istemediği bir sonuca da ulaşsa sorgulayacılıktan, mesleğimizin bu en temel ilkesinden milim sapmayan bir habercidir…
T24’de benim beceremeyeceğim kadar yetkin bir sorgulama yaptı. Gözünüzden kaçtıysa tıklayın.
Yazısını şöyle noktaladı: "Bu ülkenin (Türkiye’nin –ae) böyle kirli bir işe kalkışmayacağını düşünüyor, umut ediyorum. Umarım yanılmam."
Ben de…
Ama bu “umut” kesin sonuca varana kadar sorgulamaktan da bizi vazgeçiremez.
Kaldı ki Erdoğan – Davutoğlu ikilisinin Suriye üstüne yürüttükleri politika, Suriye’de savaşan güçler arasında tercih edip destek sundukları kanatlar, son iki yılda Suriye ile ilgili Türkiye’de yaşadığımız, tanık oluğumuz gerçekler, önümüze bu sorgulamayı bir meslek sporu olarak değil, zorunlu bir meslek çabası kılacak kadar kalın bir sabıka dosyası sunuyor…