06 Nisan 2012

Ölüm Eşiği: 1980'den 2012'ye...

12 Eylül\'e henüz 7-8 ay var. Kentlerde iç savaş sınırında çatışmalar yaşanıyor. Çorum, Sivas...

 

Önce 1980.

12 Eylül'e  henüz 7-8 ay var. Kentlerde iç savaş sınırında çatışmalar yaşanıyor. Çorum, Sivas, Kahramanmaraş'ta Alevilere yönelik cankırımları tırmandıkça tırmanıyor. Gazeteler berbat bir klişe kullanıyor: “Karşıt görüşlü gruplar arasında çıkan silahlı çatışmalarda bu gün...”

Bu uğursuz klişe-cümle -mesela- “...34 kişi öldü” diye bitiyor. Gazetelerin ölümleri sadece rakamlar olarak algılamayı kanıksamış yazıişleri masasındakilere ertesi günü sadece rakamı değiştirmek düşüyor. -Mesela- “...29 kişi öldü” gibi...

Ama anlaşılan ölüm eşiği henüz aşılmamış.

Daha sonra 12 Eylül cuntasına danışman olarak hizmet verecek orgeneral Bedrettin Demirel konuşuyor: "12 Eylül için şartların olgunlaşmasını bekledik."

12 Eylül 1980. Anlaşılan ölüm eşiği aşılmış; toplumda “Kim gelirse gelsin, ne olursa olsun, yeter ki şu ölümler dursun” duygusu olgunlaşmış.

Cumhuriyet kurulduğundan beri Genel Kurmay'ın kozmik odasında duran Devleti Kurtarma Planı (Dev-Kurt) bir kez daha ve çoktan raftan indirilmiş; görevlendirilen (o günün) Genel Kurmay 2. Başkanı Orgeneral Haydar Saltık tarafından titizlikle güncellenmişti.

Türkiye'nin nasıl bir ülke olması, yurttaşların ne düşünmesi, nasıl davranması gerektiğine kendilerinin karar verebileceğine inanmış generaller  tankları kışlalarından çıkardılar; parlamentoyu dağıtıp darbe yaptılar. Ülkenin üstüne kanlı ve karanlık bulutlar çöktü: 50 idam, milyonlarca fişleme, on binlerce işkence...

Ölüm eşiği aşıldığı için darbe yapılıp çok daha yükseklere konmuş yeni bir ölüm eşiğine doğru alçakça bir tırmanış başlatılmıştı.

Biliyorum, bildiklerinizi özetledim. Ama gözünüzden kaçmamıştır “ölüm eşiği” denen uğursuz bir kavrama sürekli vurgu yaptım.

Benim yazarken, vurgularken içim üşüdü. İnsan'ı sayılara indirgeyen bu insansız düşünce akışına sahip olabilenler kaçınılmaz bir iğrenme, bir kusma duygusu yarattı. Darbe sonrası ekranlarda boy gösteren o omuzu kalabalıkların “Artık şartlar olgunlaştı, ölüm eşiği aşıldı, toplum darbeye razı hale geldi” dedikleri anı gözümün önüme getirmeye çalıştım.

Getiremedim.

*     *    *

Şimdi Nisan 2012'ye, yani bugüne gelelim.

Haber dünkü Taraf'taydı. Amerika'nın çok ciddiyle alınması gereken gazetelerinden Wall Street Journal'den aktarılıyordu. Ben de size -belki okumayanlarınız vardır hesabıyla- aktarıyorum:

“...Türk  hükümetine yakın analistlere göre Ankara'da  harekete geçilmesi için Suriye'deki şiddetin bir kitle katliamına  dönüştüğünü ortaya koyacak sivil ölüm eşiği belirlendi...”

Üşüdünüz mü?

Acaba kaç Suriye yurttaşı öldükten (öldürüldükten) sonra AKP ele başıları “Haaaa işte tamam. Ölüm eşiği aşıldı; şartlar olgunlaştı. Yürüyün Suriye'ye şu Beşar Eased'i haklayalım” diyecekler?

Bin, beş bin, on bin ?

Kaç ?

Böyle hesaplar yapanlarla 12 Eylül darbesine hazırlanan generaller arasında nasıl ve ne kadar bir “zihniyet farkı” vardır dersiniz?

Bir soru daha: Türkiyenin, yani son 30 yılda Kürt sorunu ekseninde 30 bin Türk ve Kürt kökenli yurttaşı öldürülmüş bir ülkenin bir komşu ülkeye askeri müdahalede bulunma hakkı neye dayanıyor ve ne yüzle?

Bu soruyu cevaplaması gereken o kan donduran “ölüm eşiği” hesabını yapanlar, yapabilenler büyük olasılıkla Birleşmiş Milletlerin 2005'de tanımlayıp kabul ettiği “Koruma Sorumluluğu” ilkesinden söz edecekler.

“Koruma sorumluluğu” bir ülkede “Savaş suçu, soykırım, etnik temizlik ve insanlığa karşı suçlar” olarak sıralanan dört “olağanüstü” durumda diğer devletlere müdahale hakkı veriyor. Ancak o ilkede müdahale hakkının (ya da görevinin) oluşabilmesi için altı ölçüt getiriyor: Haklı gerekçe, doğru niyet, son çare, meşru yetki, orantılı olanaklar, akılcı beklenti...

Bu altı ilkeyi Türkiye'ye (dilerseniz “AKP Hükümetine” diye okuyun) tek tek uygulasak sonuç ne olur: Haklı gerekçe? Doğru niyet? Son çare ? Meşru yetki? Orantılı olanaklar? Akılcı beklenti?

Daha kestirme sorayım: Kaç Suriyeli insan ölürse gözyumarsınız, eşiğin aşılması için sizi kaç Suriye'nin ölümü keser?

Haydi son biri soru daha: Bu kadar insansız hesaplar yapmak için AKP Hükümetinin bu “Suriye aşkı” nereden çıktı acaba? Yoksa Ahmet Davutoğlu kendini Osmanlı sadrazamı, Tayyip Erdoğan da Osmanlı sultanı 1. Tayyip filan mı sanıyorlar?

Yazarın Diğer Yazıları

Bitirilmeyen bir Tırmık ve bir kişisel not

Hiç günü kurtarmak için yazmadım. Bundan sonra da yazmam

Reis boşa koysa dolmaz, doluya koysa almaz

Reis'in derdi büyük. Eğer "Seçim zamanında yapılacak" sözünü ve iddiasını yalayıp yutmayacaksa Anayasa'yı değiştirmek zorunda. Anayasayı değiştirmeye ise Meclis'teki AKP ve MHP milletvekillerinin sayısı yetmiyor. O zaman geriye tek seçenek kalıyor. Erken seçim

Bir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden

MHP Başbuğu partisinin Kızılcahamam kampının kapanışında konuştu. Valla kampa katılan MHP yiğitleri ne düşündüler bilemem. Zaten düşündükleri olumsuzsa dile getirmek MHP çatısı altında pek mümkün değildir. Parti disiplini değil, Başbuğ disiplini olsa gerek. Ama ben elbette her türüyle milliyetçiliğe, dolayısıyla MHP’ye de, onun Başbuğ’una da çok ama pek çok uzağım, öyleyse Başbuğ’un sözleri üstüne düşündüklerimi dile getirebilirim

"
"