"Kendimiz" derken Reisi ile bakanı, bakmayanı ile AKP iktidarını, "demeç muhalefeti"ni muhalefet sanan çenesi düşükleri kastetmiyorum. "Kendimiz" derken seni, beni, bizi, kadın ya da erkek bu ülkenin iç ve dış politikası üstüne görüş üreten, tercih belirleyen yurttaşları kastediyorum.
Bir örnek, yüzlerce örnekten bir örnek...
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu geçtiğimiz Pazartesi günü önce yine yağdı gürledi. Aktarıyorum:
"…Biz güvenli bölgeyi ABD ile oluşturmak istedik (…) Neticeye varamayacağımızı anlayınca harekatı başlattık. (…) Sonra gittik Soçi'de, beş gün içinde mutabakata vardık. Gereğini yaptılar mı? Hayır yapmadılar (…) Yapılması lazım. Biz mutabakat gereği üzerimize düşeni yaptık. Burada netice alamazsak tıpkı Amerika ile yaptığımız gibi yine gereğini yapacağız…"
Bu ne demek? Çok açık: Rusya YPG'lileri güvenli bölgeden çıkarmazsa durdurulan askeri harekat devam edecek. Bakan'ın dediği bu.
Cevap Rusya'nın Dışişleri Bakanı Lavrov'dan geldi. Aktarıyorum:
"…Ankara, Suriye'ye yeni bir operasyon düzenlenmeyeceğine dair güvence verdi…."
Haydi şimdi keyifle, tadını çıkara çıkara tartışalım. Bakan Çavuşoğlu yanılıyor mu, yanılmıyor ama bizi mi kandırıyor, yoksa yanılan Lavrov mu?
Bu mudur tartışılacak konu? Bu mudur cevap aranacak soru?
Böyle bir tartışmaya balıklama dalmak başkalarının, AKP'nin ya da Rusya'nın dış politika sorumlusunun belirlediği bir tartışmaya tutsak olmak değilse nedir?
Ben çok daha temel ve köklü sorulara cevap aramanın, bu sorular üstünde tartışmanın çok daha verimli ve anlamlı olduğu kanısındayım.
Sorular mı?
Türkiye egemen bir ülke olan, sık sık toprak bütünlüğüne saygılı olduğunu belirtmek ihtiyacı duyduğu Suriye'nin kuzeyinde askeri bir harekat düzenlemeli midir?
YPG sahiden bir terör örgütü müdür yoksa Suriye'nin kuzeyinde kadimden beri yaşadıkları toprakları İŞİD belasına ve öteki cihatçı çetelere karşı savunmak üzere harekete geçmiş silahlı bir güç müdür?
Kendi gündemimizi kendimiz belirlersek tartışmayı da bu doğru düzlemde yürütebiliriz.
* * *
Bir örnek daha…
ABD'nin başına püsküllü bir belaya dönüşmüş zıpır başkan Trump'ın tepeden bakan, küstah mektubu ile ilgili olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan 13 Kasım'daki ABD gezisinde, ortak basın toplantısında şöyle dedi:
"…Tabii bu mektupları bugün Sayın Başkan'a ben tekrar takdim ettim…"
Eh, gündem belirlendi. Haydi tartışalım.
"Takdim ettim gibi aşırı ölçüde aşağıdan alan bir cevap milli hisleri incitir mi, incitmez mi?"
Bu mudur tartışılacak soru?
Yoksa Trump'tan, Suriye'ye yapılmakta olan ve şimdilik durdurulduğu belirtilen askeri harekata icazet almak için gidilmesini tartışmak daha doğru ve gerekli değil mi?
Dahası "askeri harekat" ya da "operasyon" gibi gölgeleyici terimler yerine açıkça "savaş" deyip eşyayı adıyla çağırmak daha tutarlı bir tavır olmaz mı?
Kendi gündemimizi kendimiz belirlersek sorunu daha köklü ve verimli bir düzlemde ele almış olmaz mıyız?
* * *
Bitirmeden bir not:
Bugün Cumhuriyet davasının duruşması var. İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi'nin tümüyle yenilenen yargıçlarının ve savcısının karşısına çıkacağız. Yargıtay'ın çoğumuz için beraat verilmesini öngören kararına mahkemenin uyup uymayacağını göreceğiz.
Tutun ki beraat kararına mahkeme de uydu. Sevinelim mi?
Asla.
Yargıtay Ahmet Şık arkadaşımızı ayırdı. Çağlayan Adliyesini basıp bir savcıyı rehin alan, bireysel terörü siyasal mücadele yöntemi olarak benimsemiş eylemcilere telefonla ulaşarak ve can alıcı soruları art arda sıralayıp sonra da Cumhuriyet'te yayınlayarak alkışlanası bir habercilik yapan Ahmet Şık'ın terör örgütü propagandası yaptığı gerekçesiyle cezalandırılmasını istedi. (Gerekçeye bakın hele. Yüksek Mahkeme pırıl pırıl bir gazeteciliği suç sayıyor).
Bizler için beraat kararı verilip, Ahmet Şık'ı mahkum edecek bir süreç başlatılırsa, bizim beraatların bizim için hiçbir anlamı olmayacak…
Bilinsin istedim…