Emin,
karışık duygular içindeyim. Bugün (Cumartesi) benim mavra günüm. Ama ben ille de senden söz etmek, seni yazmak istiyorum. Acaba seninle ben bir mavrada buluşabilir miyiz?
Deneyeceğim.
* * *
Ölüm haberin ekranıma düştüğünde "Emin'i uğurlamaya, onun cenaze törenine mutlaka gideceğim" dedim.
İçimden bir ses, "Dur bre gafil. Nereye gidiyorsun? Sen 10.00-13.00 arası dışarı çıkabilen yaşlı bir adamsın. Uğurlama töreni 15.00'de. Üstelik, karşıda, Karacaahmet Cemevinde" dedi.
İçimdeki sese cevap verdim:
- Basın kartımı gösteririm. Habere gidiyorum, Görevliyim derim.
İçimdeki ses omuz silkip dalga geçti:
- Yeme beni, kendini de aldatma gazeteci. Sendeki eski basın kartı. Hani sarı basın kartı dediklerinden. Sana geçerli basın kartı vermiyor İletişim Başkanlığı. Yani sen resmi anlamda ve bağlamda gazeteci değilsin. Bakma sen 10 Ocak'ta İletişim Başkanı olan zat telefonuna yolladığı bir mesajla "Çalışan Gazeteciler günü"nü kutladı. Yanlışlıkla, listeden silmeyi unuttukları için olsa gerek. Yani sokağa çıkma. Cezayı yeme. Otur evinde, pencerenden asfalt, beton seyret, egzos gazı kokla.
Öyle yaptım Emin.
Evde kaldım. Çarşamba günü seni bilgisayar tuşlarıyla uğurladım. Bugün de yayımlıyorum.
* * *
Parmak hesabı yaptım, Tam 51 yıldır tanışıyormuşuz. Bu 51 yılın 34'ünü ben Cağaloğlu'nda, haydi dilimizin alıştığı gibi söyleyeyim, Babıali'de geçirdim. Sonrasında gazeteler, matbaalar Babıali'den taşınınca ben de Beyoğlu'na, Güneşli'ye, Taksim'e, Şişli'ye savruldum.
Sen ise galiba hiç Babıali'den çıkmadın. (O yüzden son yıllarda pek görüşemedik, pek buluşamadık ya…
Bize toplu bir ad, bir sıfat aransa herhalde "Babıali çocukları" denirdi. İlk ağızda aklıma geliverenler: Ferit Erkman, Bülent Habora, Emin Karaca, Aydın Engin, Osman Arolat, Alpay Kabacalı, Erol Türegün… (Gel de kederlenme. Bir ben bir de Osman Arolat kalmışız. Ötekiler çekip gitti.)
Hepimiz birbirimizle Babıali'de tanıştık. Tanışıklıklarımız Babıali'de, Dayı'nın Yeri'nin, Sofra'nın, Çemberlitaş Tektekçisi'nin, Murtaza Amca'nın masalarında dostluğa arkadaşlığa dönüştü.
Hepimiz, Erol Türegün'ün deyimi ile "Elinden yazı yazmaktan, yazı okumaktan, yazı düzeltmekten, yazı basmaktan, hasılı yazıdan başka hiçbir iş gelmeyen haytalar" idik.
Emin Karaca mı?
Çatalçeşme Sokak'ta bir işhanının birinci katında Yeni Ortam Dergisi'nin büyücek bir salondan ibaret ofisi vardı. İşhanının giriş katında, bir türlü dikiş tutturamayan, o yüzden ha bire sahip değiştiren büyücek bir dükkan; bodrum katında ise Orhan Müstecaplıoğlu ağabeyimizin matbaa, ozalitçi, gravürcü, hakkâk ve Sosyalist Gazetesi yazıhanesi olarak kullanılan dükkanı vardı.
Emin Karaca Sosyalist gazetesinde mesleğe başladı. Aydın Engin de aynı hanın birinci katında, Yeni Ortam'da…
* * *
O işhanında tanıştık, kâh bodrum katında, kâh birinci katta arkadaş olduk. Emin Karaca için bodrum katı, Hikmet Kıvılcımlı çizgisinin ağır toplarından Orhan Müstecaplıoğlu ağabeyimizden pençesi altında (Deyim benim değil Emin'in) siyasal ve mesleki eylem demekti.
Birinci kattaki Yeni Ortam ise Emin Karaca için 12 Mart faşizmine karşı direnişte değerli bir pencereydi. Gönüllü düzeltmenlik de yaptı, küçük kısa siyasal haberler de yazdı. Ondan pek hoşlanmayan patron geldiğinde ise "Aydın Eniştem oluyor. Onu ziyarete gelmiştim" diye beyaz yalanlar da kıvırdı.
İş bitip gece karanlığı bastığında ise Yeni Ortam ofisi beyaz peynir, turşu (bazan turşu yerine helva), taze ekmekle ucuz şarap şişelerinin başına geçip Marksizm, sosyalizm, edebiyat üstüne çoğu kez sabahlara kadar süren sohbet demekti. Baskıdan arta kalmış ve bir köşeye yığılmış bobin artıkları da "Artık bu saatten sonra eve gidilmez abi" diyerek yattığımız yataklardı.
Yıllar sonra bir gün Emin Karaca, Cağaloğlu'nda, meslek örgütümüz TGC'nın çatı katındaki lokalde birlikte kafayı çekerken sordu:
- Yav Aydın, bunca yıldır tanışırız. Nice gecelerimiz birlikte geçti. Ama biz hep Cağaloğlu'ndayız. Senin evin nerededir, o zamanlar yalnız mı yaşıyordun, yoksa başka biri, birileri var mıydı: şimdi nerede oturuyorsun?.. Bunların hiç birini bilmiyordum. Hâlâ da bilmiyorum. Sormak da hiç aklıma gelmedi.
* * *
Emin,
Ölüm haberin gelip, seni uğurlamaya gelemeyip bu yazıya oturduğumdan bu yana anılar denizinde kâh yelken açıyor, kâh kulaç atıyorum. Birden farkettim. Sen nerede otururdun, oturuyorsun? Ağabeyini hayal meyal hatırlıyorum da evli misin, değil misin; karın, çocuğun var mı?
Bilmiyorum. Sormak da aklıma bile gelmedi. Tıpkı senin gibi.
* * *
Seni bu kederli mavra ile uğurlamak istedim. Elimden bu geldi..
Ama "Mavra biraz neşeli olmalı" derler.
Olsun peki.
Fötr şapka takıp karşıma çıktığında kendimi tutamayıp gülmüş, gülmüş, somurtmana aldırmayıp yine gülmüş, gülmeyi bitiremeyip sormuştum:
- Bu ne lan? Bunu takmak da nerden çıktı?
Olanca ciddiyetinle cevaplamıştın:
- Yakışmış ama di mi?
Yakışmış Emin, yakışmış.
Yakışmayan erkenden çekip gitmen oldu.