Sanal da olsa bir masa var. Bir ucunda Öcalan, Kandil, BDP oturuyor. Karşı uçta AKP adına Başbakan Erdoğan, MİT Müsteşarı Fidan, sorumlu bakan Beşir Atalay…
Adı “Barış” konmuş bir çözüm için görüşüyorlar.
“Barış”tan tarafların ne anladıklarını tam ve ayrıntılı olarak bilmiyoruz. Ama aynı içeriği ya da sonucu anlamadıklarını anlayabiliyor; en azından sezebiliyoruz.
Tarafların koşulları eşit değil. Olamaz da…
Öcalan mahpushanede; Kandil çok uzakta ve dağda ve tepesinde birden savaş jetlerinin belirebileceği kaygılarıyla; BDP ise…
Neyse…
Koşulların eşit olmayışında şaşılacak yan yok. Masanın bir yanındakiler düne kadar masanın öteki ucundakilerle kıyasıya savaşıyorlardı. Düşman olarak tanımlanıyorlardı. Bırakın görüşmeyi, adlarını anarken “sayın” filan gibi terimler kullanmak çok yıllık hapis cezaları anlamına geliyordu.
Masanın öteki ucundakiler devletin dizginlerini ellerinde tutuyorlar ve 10 yılı aşan iktidarlarında artık dizginleri paylaştıkları güç de kalmadı. Kendilerine güveniyorlar. Masadan kalkarlarsa bunun kendilerine siyasal zarar getirmesini önleyecek psikolojik silahlara, başta medya olmak üzere fazlasıyla sahipler.
Masanın karşı ucundakiler onlar kadar rahat değil. Masadan kalkarlarsa Kürtlerin etkiledikleri kesimlerine dönüp “Çare kalmadı.Savaşa devam. Hem de savaşı yayarak, şiddeti tırmandırarak devam” demiş olacaklar.
Bu koşullarda süren ve sürecek “müzakereler”de, AKP cephesinin birkaç on yıl öncesine kadar “bezirgân sermaye” olarak nitelenen sınıfsal köklerinin alışkanlık ve gelenekleriyle “Mümkün olduğu kadar az verip mümkün olduğu kadar çok almak” diye tanımlanabilecek bir müzakere yöntemi izlemeleri şaşırtıcı olmaz.
Başbakanın kimi sözlerinde bu zihniyetin ipuçları da var: “PKK sınır dışına çıksın, terör bitsin. Ötesini sonra konuşacağız” diye tercüme edilebilecek demeçlerini hatırlayın.
Benim açımdan bugünkü “tablo” kaba fırça darbeleriyle çizildiğinde böyle görünüyor.
* * *
Masanın iki ucundaki tarafların durumu –bence- böyle.
Ama ben ve benim gibiler masanın iki ucundan birinde oturmuyoruz.
İyi de bunun anlamı ağzımızı kapatıp, tribünlere sıralanıp olup biteni maç seyreder gibi izlemek midir?
Böyle olmasını isteyenler bunu bir kaç gündür ayan beyan söylemeye başladılar. Hani çekinmeseler, “Kapayın çenenizi. AKP barışı sağlayacak, demokrasiyi çok ileri aşamalara taşıyacak. Siz demokrasiye ilişkin, çözümün bazı ayrıntılarına ilişkin konuştukça aslında savaşa devam türküsü söylemektesiniz behey gafiller” filan diyecekler. Çekindikleri için olsa gerek bu kadar açık söylemiyorlar. Ama kapalı olarak bal gibi söylüyor, yazıyorlar…
Yine de…
Yine de tribünde oturmaya niyetimiz olmamalı. Zaten hakkımız da yok.
Tersine masanın dışından ama masanın iki ucundan da iyi duyulacak gür bir sesle “Kürt sorunun çözümü silahlar sussun PKK sınır dışına çıksından ibaret değildir. Gerçek çözüm Türkiye’nin demokratikleşmesidir” demek yükümündeyiz.
Masada kendini aşırı güçlü hisseden ve koşullarını dayatabileceğini umanlar masa dışından güçlü bir sesin varlığını bilince çıkardıklarında abdest tazelemek zorunda kalmalıdırlar.
Sürece ilişkin görüş belirtenlere “Kapa çeneni” diyen yiğitlere kulak asmadan yukarıda sözünü ettiğim gür sesi nasıl çıkarabileceğimizi ne kadar çok ve ayrıntılı tartışırsak barışa da, Kürt sorununu kalıcı çözümüne de o kadar çok katkı sağlarız…