Mavra için Türkçe Sözlük "gevezelik, palavra" diyor. Çok yanlış değil. Ama çok da doğru değil. "Vakit geçirmek için keyifli ama boş bir sohbet kaynatmak" filan diye tanımlansa yeridir…
Mavranın hası ne kahvehanede, ne meyhanede; hapishanede yapılır. Yapılmayıp da ne yapılsın. Tutukluysan duruşma gününü bekliyorsun, hükümlü isen gün sayıyorsun. Onun ötesinde iş yok, güç yok. Öyleyse gelsin mavra…
Tabii bu, koğuş düzeni olan hapishaneler için geçerli. Şu F tipi denen yalıtılmışlık cenderesinde ya tek başınasın ya da topu topu üç kişi. Tek kişilik mavra olmaz. Üç kişin mavrası da bir süre sonra baygınlık verir…
* * *
Madem sözü mavradan açtık, bari bir mavra anlatalım. Gerçek bir hapishane mavrası.
Sanırım Selimiye Kışlası'nın bodrumunda, eskinin at ahırlarından bozma hapishane koğuşlarından birindeyiz. Yemek yenmiş, çaylar içiliyor. Tam mavra saati. Biri ortaya bir laf attı:
- Abiler, diyelim, devrim oldu ve bizim parti iktidarda. Kapitalistler tüydü. Her yer, her şey emekçinin oldu. Hani üreten biziz, yöneten de biz olacağız hali… Peki Cağaloğlu hamamı, ya da Galatasaray hamamı ne olacak, nasıl işleyecek?
Mavra bu, "saçmalama lan" diye susturamazsın. Bizim sivri akıllı mesela Karabük Demir Çelik Fabrikasını sormuyor, hamamı soruyor.
- Bir kere herkese aynı kalite havlu verilecek. Hani varsıla yumuşak, kalın havlu, yoksula peştamal bozması havlu yok. Havluda eşitlik şart…
- Tellâklık da yok bence… Ne o öyle, sen göbek taşına yat, ben sırtını keseleyeyim. Kula kulluk mu edilecek yani?
Mavranın bu aşamasında çıngar çıktı. İnsanın kendi sırtını kendi keseleyemeyeceği gibi önemli saptamalar yapıldı. Tellaklığı korumaktan yana olanlarla karşıtlar ayrıştı.
Bereket biri lafa girip konunun yönünü değiştirdi.
- Yav bırakın hamamı, peştemalı. O teferruat. Ama diyelim devrim oldu dedik ya, mesela İstanbul’da Hilton oteli ne olacak?
- Ne olacağı var mı? Orada çalışanlar yönetecek oteli…
Soruldu, cevabı da alındı değil mi? Ama mavra biter o zaman. Vakit nasıl geçecek?
- O kadar basit mi abi? Diyelim öğle vakti, lokantada çalışanlar, mutfaktakiler, garsonlar, komiler? Onlar yemek yemeden mi çalışacaklar…
- Eskiden nasıl çalışıyorlarsa yine öyle çalışacaklar?
- Hani devrim olmuştu, hani eski çöpe gitmişti…
Bir lafa girdi ve sorunu çözdü:
- Kolay, öğleyin lokantanın kapısına "öğle tatili" diye levha asılır. Herkes karnını doyurur, sonra kapı yeniden açılır.
Pek lafa girmeyen en gençlerden biri kendini tutamadı:
- Abilerim siz bu kafayla gidecekseniz bence devrim olmasa daha iyi olacak galiba…
Kimse ona kızmadı. Gözlerden yaşlar gelmecesine kahkahalar patladı…
Hapishane mavrasının tadı başkadır…
* * *
Umarım farkındasınız, T24 yazarlarına şimdi de Gencay Gürsoy katıldı. Kapıyı Talat Kırış arkadaşım aralamıştı, onun ardından Selçuk Erez ağabeyim geldi ve şimdide Gencay Gürsoy. Bunların üçü de namlı hekimler. Her biri kendi dalında ünlü ve hepsi de profesör.
Oturun işinizi yapın değil mi? Mesela ben ya da mesleği gazetecilik olan öteki kapı yoldaşlarım ameliyat yapıyor muyuz, reçete yazıyor muyuz?
İşin kötüsü iyi yazıyorlar. Hem de fazla iyi. Hani neredeyse ekmeğimizle oynuyorlar diyeceğim.
Ama asıl bozulduğum Gencay Gürsoy, İki hafta önce mavi yolculuk anılarıyla başladı ve son yazısında Norveç’te uzmanlık eğitimi yaptığı günlerin anılarına sıçradı. (Okumadıysanız buraya koyuyorum. Tıklayın ve okuyup tadını çıkarın).
Tamam, keyifli, usta işi bir yazı da bunca yıllık arkadaşımın demek benden sakladığı bazı sırları, alnında kara lekeler varmış. Onu ortaya çıkaran bir yazı.
Bana, en yakın beş arkadaşını say deseler, herhalde Gencay Gürsoy önde gelir. O kadar yakın yani. Ama son yazısını okuyunca şaşırdım kaldım. Bunca yıllık arkadaşım sadece hekim değil, sadece yazı erbabı da değil, aynı zamanda "kaz hırsızı"ymış. Hem öyle komşusunun kazını filan değil, Norveç’te kamu mülkü kazı çalmış, suç ortakları ile birlikte bir güzel kızartıp yemişler ve bunu bunca yıl benden saklamış. Yuf yani…
* * *
Yazı uzadı ama yine de kısa bir not eklemeden noktayı koymayacağım.
Düzenli Tırmık okurları hatırlayacaktır. T24 yazarları arasına sızan şeyin… Eee, neydi adı? Turgut… Yok Tuğrul… Tuğrul Eryılmaz’ın bana, Hasan Cemal’e, Mehmet Yılmaz’a sataşarak ünlü olmaya çabaladığına dikkat çekmiş ve ağzının payını vermiştim.
İşe yaramış. Baktım son yazıda tek kelimeyle bile bir sataşma yok. Milattan önceden kalma Mülkiye anıları ile "düzeyli magazini" doldurmuş.
Eeee, atalarımız boş yere "Dinsizin hakkından imansız gelir" dememişler…