17 Ağustos 1999 depremi Adapazarı’nı, Gölcük’ü, Yalova’yı yerle bir ettiğinde ben Cumhuriyet’teydim. Depremin ertesi sabah deprem bölgesine gittim ve tam 28 gün orada kaldım. Bir buçuk saat uzaktaki İstanbul’a sadece üç defa, o da yıkanmak, sıcak bir yemek yemek, gazete yazıişleri ile gelecek günler üstüne işbölümü konuşmak ve... Ve evet, üstüme siniştiğini sandığım ölü ve ölüm kokusundan bir nebze uzaklaşmak içindi. O kadar. Onun ötesinde Yalova – Adapazarı hattında gidip geldim. Tam 28 uzun ve zorlu gün...
Amacım kendimden söz etmek elbette değil. Bir deprem uzmanı değilim. Ama o uzun ve zorlu 28 gün boyunca bir deprem sonrasının bütün acılarına, sevinçlerine, zorluklarına, kederine dolaysız tanık oldum. Belki hiç bir meslektaşımın yaşamadığı kadar çok ve yoğun...
Sözünü ettiğim 28 gün boyunca dünyanın dört bir köşesinden kopup gelmiş, profesyonel, deneyimli, bilgili, donanımlı kurtarma ekipleriyle birlikte oldum.
Deprem acemisi Türkiye’de, kriz masalarının krizde olduğu o kargaşa günlerinde Mexico City depreminden dersler çıkarmış Meksika ekibiyle Karamürsel’de bütün gece boyu birlikteydim, biri bebek ikisi kadın üç kişiyi beton yığınnın içinden çekip çıkardıklarına tanıklık ettim. Kore ekibiyle İzmit’ten Yüzbaşılar beldesine birlikte gittim ve gider gitmez yıkıntılar arasından yeni evli bir çiftin çıkarılışındaki ustalığa, hünere alkış tuttum. İsviçre ekibine çevirmenlik yaptım. Fransız ekibinin Alsas Almancası konuşabilen şefiyle kriz masasına birlikte gittim; gazeteciliği bir yana bırakıp bizi boş sözlerle oyalayıp, bize boş gözlerle bakan badem bıyıklıların kriz masasını o iri yarı Fransız delikanmlıyla birlikte yumrukladım...
Yani bir deprem sonrası ile ilgili ciddi bir gözlem ve bilgi birikimine sahibim. Öyle olmasaydı yazıya tepedeki başlığı atmazdım.
* * *
Başlık ne diyor?
Şunu diyor:
Van-Erciş depremi duyulur duyulmaz yine dünyanın dört bir yanından yardım önerileri yağdı.
Oysa deprem bölgesinde Türkiye’nin AKUT gibi, Zonguldak madencileri gibi, Jandarma Arama Kurtarma birlikleri gibi yerli ekiplerinden gayri sadece Azerbaycan, bir de –galiba- İran ekipleri kabul edildi. Geri kalanlara “Teşekkürler, ihtiyacımız yok” dendi. Bu resmi ağızlardan açıklandı.
Şimdi ise (25 Ekim gece) Türkiye Israil dahil 30 ülkenin yardım önerilerini kabul ettiğini resmen açıkladı.
Depremden 60 saat sonra...
Bunun anlamını biliyor musunuz?
Bilen biliyor, enkaz altında kalan yaralı değilse, hele kanamalı değilse günler ve günler sonra bile sağ olarak günışığına çıkarılabilir. Bunun Adapazarında, Gölcük’te, Yalova’da çok örneğini gördük.
Ama bilen yine biliyor, yazın dayanıklığı görece artan insan bedeni, kış soğunda, ısırgan ayazda çok daha çabuk yeniliyor. Tıpkı şimdi Van’da. Erciş’te, ve... Ve toprak damlı, kerpiç duvarlı köylerde olduğu gibi...
Deprem yıkıntılarının üstüne, bu yazı yazılırken sağanak yağmur iniyordu ve meteorolojik tahminler yağmurun kara çevireceğini haber veriyordu. Karakışın depreme eklemlendiği şu çok yaşamsal 60 saat boyunca dünyanın dört bir yanından uzanan yardım ellerini niye elimizin tersiyle ittik?
Bence kof bir gurur, temelsiz bir özgüven yüzünden.
“Biz çok iyi örgütlüyüz; ekiplerimiz çok usta, eşgüdüm mükemmel. Teşekkürler. Size gerek yok” dendi.
Öyle miydi gerçekten?
Eğer öyleyse çadır dağıtımında Kızılay niye sınıfta kaldı?
Eğer öyleyse, şimdi yardım tekliflerini kabul etmenin gerekçesi ne ola?
Dahası ve daha vahimi: Van ve Erciş’te arama ve kurtarma ekipleri canla başla çalışıyor. Görüyoruz. Gözler kan çanağı; yorgunluk bitirici. Ama yine de canla başla...
Peki dünyanın dört bir bucağından arama kurtarma ekipleri de depremin hemen ardından Türkiye’deki arkadaşlarına katılsalardı; Van ve Erciş’te ihtiyaç fazlası ekip olursa köylere yöneltilselerdi; kerpiç duvarların, toprak damların altında kalanlara da insanlığın sıcak, profesyonel donanımlı ekiplerin hünerli elleri uzansaydı...
Bir kişi, evet tek bir kişi daha enkaz altından canlı çıkarılsaydı, değmez miydi?
Yardım öneren ülkelerden tek bir ekip bile zamanında gelebilseydi, bir kişi daha kurtarılmış olacaktı.
Hükümetin bu kof gurur gösterisi yüzünden yıkıntılar altında ağır ağır can veren yurttaşlarımız oldu. Belki şu anda bile oluyor...
İçimden 1999’da Gölcük’te kriz masasını yumrukladığım gibi, gidip bir yerleri yumruklamak geliyor...