15 Şubat 2010

Kendini Kulübüyle Tanımlamak...

Habere göre Galatasaray – Fenerbahçe derbisi dünyanın en sert ve önemli derbileri arasında üçüncü sırayı alıyor...

Haber Pazar günü T24’te çıktı. Almanya’nın  içeriği kaliteli, okuması keyifli spor dergilerinden 11 Freunde (11 Arkadaş), Dirk Gieselmann imzalı  “Dünyanın En Sert Derbileri” başlıklı bir araştırma-haber yayımladı. T24 oradan aktardı.
Habere göre Galatasaray – Fenerbahçe derbisi dünyanın en sert ve önemli derbileri arasında üçüncü sırayı alıyor...
Eh, doğrudur... Bencileyin futbolla ilişkisi epey ılımlı, sadece Göztepe söz konusu olunca “ateşli taraftar” olan birinin bile bombalanan Bağdat’tan güçbela bir telefon hattı bulup gazeteye bağlandığında ilk sorusu “Kim yendi? Galatasaray mı, Fenerbahçe mi” olduysa Alman spor yazarı Gieselmann’ın değerlendirmesi elbette isabetlidir...
Ama hınzır Alman sadece bir sıralama ile yetinmemiş, derbilerin kentleri, ülkeleri ve en önemlisi o ülkelerin insanları (yani yurttaşları) ile ilgili gözlemler de aktarmış.
Niyetim bir spor yazısı yazmak olaydı, o keyifli bilgileri de aktarırdım. Ama beni Dirk Gieselmann’ın Galatasaray – Fenerbahçe derbisinden söz ederken araya sıkıştırdığı bir cümle daha çok ilgilendirdi. Şöyle demiş:
“...Türkiye’deki insanlar futbola hayatın geri kalanından daha fazla aitler. İnsanlar kendilerini kulüpleriyle tanımlıyorlar...”

Ağır laf, ağır yargı...
“İnsanlar futbola hayatın geri kalanından daha fazla aitler”
Hayatın geri kalanı?
Neler var  “hayatın futboldan arta kalanı”nda?
Aile, aşk, sanat, kültür, geçim, iş, arkadaşlık, eğitim, siyaset... I-ıh, olmayacak. Nasıl sayılabilir ki?
Futbol hariç her şey, demek en doğrusu...
Peki doğru mu bu yargı?
Siz ne diyorsunuz?
Ben bir liseli delikanlı tanıyorum. Komşu çocuğu. Öğrenci. Üniversite sınavlarına hazırlanıyor. Özenmiş, nesine lazımsa kendine bir kartvizit bastırmış. Adı, soyadı tamam. Ama altına “Galatasaraylı” yazdırmış.
Aklı başında bildiğim (ya da sandığım) bir tanıdığım var. Koskoca adam. Bankacı. Maaşı yüksek, işi sağlam. Karısı, iki çocuğu var. Trabzonlu. İşi gereği takım elbise, kravatla dolaşıyor. Ama gömleğin altında mutlaka Trabzonspor forması var. Sırtında  Fatih Tekke yazıyor; onun altında da kocaman bir 9 numara...
Bir arkadaşım var (olmaz olaydı). Epeydir görüşmedik. Birlikte (ama epey önceleri) bir kaç sivil toplum eyleminde iyi işler kotardık. Onunla önemli bir konuyu konuşmaya, danışmaya ihtiyacım var. Buluştuk. Bir meyhaneye oturduk. Biraz içeceğiz, pek çok konuşacağız. Benim sohbet mekanı diye bildiğim meyhaneye dev bir ekran yerleştirmişler. Oturduk. Fener maçı başladı. Bizimki gözlerini ekrana mıhladı. Tek kelime konuşmadık. İki devre, bir devre arası, bir de maç sonrası ekranda “Golü atarken ne hissetin” makamında geyik muhabbeti derken iki saatı aştık. Benim uykum geldi. Hesabı ödeyip kalktık. Benim ahbap vedalaştırken “İyi bir akşamdı, yine buluşalım” demez mi?
Daha yirmi, otuz gözlem sayarım ama bu kadarı yeter.
Şimdi siz kendi çevrenizi bir gözden geçirin; hatta mümkünse kendinizi de bir gözden geçirin...
Farklı bir sonuçla karşılacağınızı sanmıyorum.
Peki nedir bu?
Doğal mı?
Karşı çıkılmaması gereken, eleştirilmemesi gereken insani bir eğilim, zararsız bir yaşam tercihi mi?
*    *    *
Durun daha bitmedi. Alman spor yazarı Türkiye gözlemini ikinci bir cümle ile tamamlıyor:  “İnsanlar kendilerini kulüpleriyle tanımlıyorlar...”

Burada da biraz duralım mı?
İnsanlar tuttukları kulüple çok ilgileniyorlar, dense anlayacağım.
İnsanlar tuttukları kulübü çok seviyorlar, dense anlayacağım.
İnsanlar tuttukları kulüp yenince seviniyor, yenilince üzülüyorlar, dense elbet anlayacağım.
Ama “İnsanlar kendilerini kulüpleriyle tanımlıyorlar...” denince anlamıyorum, anlamaya niyetim yok ve tepem atıyor...
İnsanlar kendilerini siyasal kimlikleriyle tanımlayabilir; etnik kimlikleriyle  tanımlayabilir, dinsel kimlikleriyle tanımlayabilir, hatta –ben çağdışı bulsam da- ulusal kimlikleriyle tanımlayabilir...
Ama kendini tuttuğu kulüple tanımlıyorsa ve bu toplumda yaygınsa, hem de çok yaygınsa orada yanlış giden bir şeyler, bir bilinç sapması, bir kimlik bozulması, entellektüel bir yüzeysellik var demektir...
Ve bu durum, o yurttaşın siyasal tercihlerinde, ülke sorunlarına duyarlığında, elini taşın altına sokma sorumluluğunda, vicdan ve adalet kavramlarına ilişkin tavrında, yanlışa itiraz edebilme, doğru bildiğini savunma yetisinde birebir yansır.
Efendim?
“Zaten yansıyor mu” dediniz...
Galiba haklısınız...

Yazarın Diğer Yazıları

Bitirilmeyen bir Tırmık ve bir kişisel not

Hiç günü kurtarmak için yazmadım. Bundan sonra da yazmam

Reis boşa koysa dolmaz, doluya koysa almaz

Reis'in derdi büyük. Eğer "Seçim zamanında yapılacak" sözünü ve iddiasını yalayıp yutmayacaksa Anayasa'yı değiştirmek zorunda. Anayasayı değiştirmeye ise Meclis'teki AKP ve MHP milletvekillerinin sayısı yetmiyor. O zaman geriye tek seçenek kalıyor. Erken seçim

Bir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden

MHP Başbuğu partisinin Kızılcahamam kampının kapanışında konuştu. Valla kampa katılan MHP yiğitleri ne düşündüler bilemem. Zaten düşündükleri olumsuzsa dile getirmek MHP çatısı altında pek mümkün değildir. Parti disiplini değil, Başbuğ disiplini olsa gerek. Ama ben elbette her türüyle milliyetçiliğe, dolayısıyla MHP’ye de, onun Başbuğ’una da çok ama pek çok uzağım, öyleyse Başbuğ’un sözleri üstüne düşündüklerimi dile getirebilirim

"
"