DİYARBAKIR - Tamam yazı Diyarbakır’da bir otel odasında yazılıyor ama konusu Diyarbakır’da görülen KCK davası değil. O davanın dünkü duruşmasında sizlere aktarılmaya değer bulduğum izlenimleri ayrı bir yazı olarak dünden yolladım. Meraklısı onları okur.
Aslında KCK davası üstüne epey yazı yazdım ve bir o kadar daha yazmak gerektiğine inanıyorum. Çünkü Kürtler, sadece Kürt siyasal hareketi değil, neredeyse bütün Kürtler açısından KCK davasının barışa gidecek (ya da gidemeyecek) yolda, savaşı bitirecek (ya da şiddetlendirecek) süreçte sembolik anlamı çok büyük ve çok yüklü.
Ama o ayrıntılar ve vurgular bir başka Tırmık’a kalsın.
KCK davası aynasında da yansıyor; Türkiye’de yargılamanın gelenekselleşmiş ve kemikleşmiş alışkanlıkları; yargıçların “Kanun – Hukuk – Adalet” üçlüsüne yaklaşımları ve bu kavramlara ilişkin algıları tırmıklanmaya değer. Değer çünkü artık kaygı verici boyutlara ulaştı.
Biliyorum, yargıçların bakmak yükümünde oldukları dosyalar dağlar gibi yığılıyor ve hepsinin hakkından gelebilmek bir insanın gücünün ötesinde.
Biliyorum, sayıları 30’a yaklaşmış (belki de geçmiş) hukuk fakültelerinde öğretim kalitesi yerlerde sürünüyor. Bir kaç seçkin üniversitenin hukuk fakültelerini bir yana koyun, geri kalanlar taşıma öğretim üyeleri; akademik kariyerinde ciddiye alınacak tek bir makalesi olmayan; “Mr. Brown goes to the seaside” mertebesini biraz aşabilmiş yabancı dil bilgileri ile donanmış (!) öğretim üyesi kadrolarıyla akarbant yöntemiyle öğrenci mezun ediyor ve bunlardan bazıları savcı ya da yargıç oluyor.
Ama bu sakıncaları bilmemiz, durumun vehametini ortadan kaldırmıyor. Sonuçta bu olumsuzluklarla kuşatılmış hukuk insanları yurttaşların adalet aradıkları kapıların bekçileri konumundalar. Onların iki dudağının arasından çıkacak bir karar yurttaşın hayatını karartabiliyor; haksızlıkların girdabında boğulmasına yol açabiliyor.
Bugün Türkiye hapishanelerinde “hükümlüden çok tutuklu” bulunması yargı erkinin içinde debelendiği bunalımın en somut kanıtı, göstergesi.
Üniversitelerin yetersiz –hem de çok yetersiz- hukuk eğitiminde açtığı yaraları kendi çabaları ile kapatabilen yargıçlar ve savcılar herhalde vardır. Ama onlar da altında ezildikleri dosya yüküyle ne uluslararası hukuktaki son gelişmeleri, Birleşmiş Milletler’in İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Paris Şartı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını, Lahey Adalet Divanı gibi hukuka yön veren kurumların kararlarını, o kararların altında yatan derin hukuk kültürünü isteseler de izleyemiyor; Türkiye Cumhuriyeti kanunlarının açıklarını (ki pek çok), çelişkilerini (ki pek çok), despotik devlet geleneğinden miras küflü ve vahşi hükümlerini bu uluslararası, hatta ötesi hukuk kurumlarının kararları ile kapatamıyorlar.
Sonuçta ülkemizde yargılama bir takım kanun maddelerini uygulamaktan öteye geçmeyen, hukuk devletini değil, kanun devletini besleyen, semirten; toplumun vicdanını yaralayacak bir sıradanlığa, yüzeyselliğe mahkum. Adalet ise kulağa hoş gelen ve fakat Türkiye yargı sisteminde hiç de sık rastlanmayan bir kavram.
Diyarbakır’da izlediğiml dünkü KCK duruşması bende bu karamsardan da öte kapkara düşünceleri, izlenimleri uyandırdı.
Yolunuz ciddi bir konuda mahkeme kapısına düşmediyse yazdıklarım sizlere abartı gelebilir. Ama eğer siz ya da bir yakınınız ciddi bir davada yargılandı ise beni çok iyi anlayacağınıza ve hak vereceğinize eminim...