Aslında topu topu 246 kilometrelik bir yol. Titicaca gölü olmasa önemi de olmayacak küçük bir İnka yerleşimi olan Puno’dan otobüsle İnka başkenti Cusco’ya gidiyoruz...
Yani anlatacak bir şey yok... Gibi !
Ama And sıradağlarının tepelerini, derin koyaklarını ve ırmak yataklarını izleyerek gidilince her bir kilometresi için bir kilometre yazılabilecek bir yolculuk bu. Nasıl olsa tümünü anlatmam olanaksız.
Örneğin insan bedeninin inanılmaz uyum yeteneğini test etme olanağı tanıyan ayrıntıları atlayacağım. Artık başağrısı yok, kulaklar uğuldamıyor, soluk alıp vermek de neredeyse olağanlaştı. Yani gazetecinin kendisini geçelim...
Otobüsün penceresinden elini uzatsan değecek kadar yakınındaki karlı tepeleri ve ebedi buzulları da geçelim...
Herbiri bir kızılderili kabilesinin adını taşıyan yolboyu köylerini ve o köylerin yollarında sırtlarında koka yaprağı, mısır, patates taşıyan, doğadaki en gözalıcı, en yırtıcı renklerden, yeşil, kırmızı, sarı, mor etek ve bluzları ve tepelerine kondurdukları tuhaf şapkaları ile yoksulluklarını adeta örten kızılderili kadınları da geçelim...
Yolun altındaki ürkütücü uçurumda köpürerek akan ve daha bir hafta önce bölgeyi sel olup boğan, bölgenin candamarı demiryolunu yok eden, onlarca köyü haritadan silen Urubamba ırmağının görkemini de geçelim.
Belgeselleri ile bize yeryüzünün el değmemiş, ayak basılmamış bölgelerini tanıtan Kaptan Cousteau’nun “Amazon ırmağı işte burada doğdu” dediği Urubamba ırmağının açtığı yüksek yaylalarda İnkalardan binlerce yıl (evet binlerce yıl) öncesinde bile, en az 45 derece açıyla ırmağa inen toprağın her santimetre karesini işleyen ve o dik yamaçlarda karınlarını doyurmayı başaran kızılderili köylüleri de geçelim...
Yol boyunca kimilerini tek tek, kimilerini sürü halinde gördüğümüz, ha bire fotoğraflarını çektiğimiz Lama (Hani “Güney Amerika devesi” diye anlamsız bir ad yakıştırılmış, uzun boyunlu, koyun irisi hayvanlar) ve Alpaka’ların (Lama türünden ama postlarından inanılmaz güzellik ve yumuşaklıkta yün elde edilen koyun irileri) muzip ve olağanüstü sevimli yüzlerini ve yanına yaklaşanlara nişan alıp hünerle tükürerek keyif alışlarını da geçelim.
Yolboyu köylerde koka yaprağı çiğneyerek kafayı bulan yaşlı kızılderilileri ve onların karşılaştıklarında “Günaydın, merhaba, iyi günler” gibi sözcükler kullanmayıp sadece ve sadece ceplerinden çıkardıkları birer koka yaprağını karşılıklı değiş tokuş ederek selamlaşma adetlerindeki barışçıl anlamı filan da geçelim...Geçelim çünkü sözün bittiği, sözcüklerin zavallılaştığı, yazarın çaresizleştiği bir “doğa”dan geçmekteyiz...
And Dağları'nda 4,338 metre yükseklikte,
La Raya geçidinde İnka kadınları, Lamalar
Alpakalar ve turistler...
Geçmeyip ne yapacağız. Almaya çalıştığım notları yırtıp attım. Anlatmayı beceremeyeceksen denemeye kalkma...
* * *
Ama gelin La Raya geçidinde bir mola verelim...
4.338 metredeyiz. Ebedi buzullarla kaplı koyaklar, hiç erimeyen karların kapattığı tepeler ve bir geçit. And sıradağlarının bölgedeki tek geçidi bu. Titicaca gölünden yola çıkan ve Başkent Cusco’ya ya da efsanevi tapınak kent Machu Picchu’ya giden İnka kabileleri de bu geçitten geçtiler. Şimdi onların torunlarının torunlarının torunları orada minik bir pazar kurmuşlar.
Lamaları, alpakaları, kuzuları, koka yaprakları, alpaka yününden eldiven, atkı, kazak, yelek, çorap sattıkları küçük tezgahları ile “turist” kolluyorlar...
Eh bizden alâ turist mi olur. Otobüsten indik. Kimimiz el işlemesi yün tezgahlarına yöneldi; kimimiz lama ya da alpakalarını yanlarına alıp birlikte fotoğraf çektirmeyi öneren İnka kadınlarının arasına daldı.
4338 metre yüksekte, oksijen iyiden iyiye azaldığından, basınç iyiden iyiye düştüğünden zor bela soluk alarak ve asla hızlı hareket etmeyerek (aslında edemeyerek) ve tabii bir pipo tellendirmek gibi bir enayiliğe de kapılmayarak bu harikulade doğanın önünde diz çöktüm...
Daha önce de yazmıştım. Meslek gereği çok dolandım ben. Avrupa’da Alp sıradağlarının altından girip üstünden çıktım. Bütün geçitlerinin (St. Gothard, Simplon, Furka, Saint Bernhard vb.) hem altındaki kul yapısı tünellerden geçtim, hem tepelerdeki incecik dağ yollarından...
Yolum Afganistan’a düştü, Himalayaların da bir bölümünü oluşturduğu Hindukuş sıradağlarının yamaçlarında yol aldım.
Ama hepsi bir yana, ben And Sıradağlarından yana...
Güney Amerika’yı kuzeyden güneye, Ekvator çizgisinden Antarktika’ya komşu Patagonya’ya’ya kadar aşılmaz bir duvar gibi bölen bu görkemli sıradağlar (Görkemli? Hıh!.. Kelimeye bak. Ne kadar cılız; ne kadar sıradan) hala aktif yanardağları, ebedi buzulları, geçitvermez vadileri ve yeryüzünden çok gökyüzüne yakın tepeleri ile...
Eeee?
Nsıl tamamlanır bu cümle?
Vazgeçtim...
Bugünlük benden bu kadar. Yarın Cusco’yu anlatmayı denerim.
Tabii becerebilirsem...