Öğrenmenin sonu yok. Burada öğrendim. “İnka” sözcüğü bir halkı, bir ırkı, moda terimi kullanırsak bir “etnisite”yi anlatmıyor. İnka, Güney Amerika’da, bugünkü Ekvator, Bolivya, Peru, Şili toprakları üstünde, nüfusu bir ara 15 milyon kişiye ulaşan bir imparatorluk kuran, büyüten ve yöneten bir “hanedan”ın adı. Yani bizim Osmanoğulları ya da Almanların Habsburgları gibi bir hanedan...
Osmanoğullarına daha çok benziyor; çünkü İnka hanedanı da And dağlarındaki bir yaylada egemen küçücük bir beylik iken sonunda dev bir imparatorluk kurmuş; yani şiirdeki gibi “Cihangirane bir devlet yaratmış / Küçücük bir aşiretten”... Az buz değil, bir anakaranın kuzeyinden güneyine uzanan kocaman bir coğrafyada, bir kaynağa göre 112, bir başka kaynağa göre 163 kabileyi, etnik grubu aynı imparatorluk çatısı altında toplamış bir hanedan...
Onların başkentindeyim: Cusco’da. İspanyolların dili dönmediğinden Cusco (“Kusko” okunuyor) demişler. Yerli halk Quosqo diyor. Gırtlaktan gelen K ile “Koossko” olarak teleffuz ediyor. Anlamı pek hoş: Dünyanın göbek deliği. Yani dünyanın merkezi...
Son cümlelerdeki ukalalıklarımı yeni rehberimiz Viktoria’ya borçluyum. Viktoria bir Qeçua kadını.
Qeçualar (Queçuas) anladığım kadarıyla İnka krallarının kabilesinin adı... Viktoria tarih öğretmeni, boş vakitlerinde de turizm rehberliği yapıyor...
Bizim takımın geri kalanı İnka Güneş Tapınağı’nı gezdikten sonra çıkış kapısındaki yerli kadınlardan İnka motifli kaşkol, şal, kazak, eldiven, hırka, yelek aldıkları ve pençe pençe pazarlığa giriştikleri sırada (bu yaklaşık bir saat demektir) ben de Viktoria’yı esir aldım ve onun benimkinden mek parmak iyi ingilizcesi ile derin konulara daldık...
* * *
İnkaların tarihi sanıldığı (en azından benim sandığım) kadar eski değil. Afrikadan yola çıkıp Mezopotomya, Ortaasya yolundan geçip, kuzeye çıkıp Bering boğazından Kuzey Amerika’ya geçip, güneye yönelip, o sıralarda Panama kanalı filan olmadığından karayoluyla Güney Amerika’ya geçip, bugünkü Peru, Bolivya, Ekvator, Guatelmala, Şili topraklarına dağılan kabilelerin tarihi İsa'dan önce 15.000’lere uzanıyor. Bazı seramik buluntularından yapılan değerlendirmelerde bunu 20.000 yıla çıkaranlar da var.
And dağlarının yükseklerinde yurt kuran Qeçua beylerinden Manco Çapac’ın İnka krallığını kurduğu tarih ise İsa'dan önce –sadece- 1250. Gitgide bir imparatorluğa dönüşen İnka krallığının sonu ise İsadan sonra 1533.
Viktoria acılı bir gülüşle anlatıyor:
- Biliyor musunuz, bizi yenen İspanyollar sadece 70 kişiden ibaretti. Başlarında Pisarro adlı bir komutan ve kılıç, tüfek ve toplarla donanmış 70 İspanyol savaşçı. Karşılarında ise binlerce İnka savaşçısı. Ama silahları ok ve ahşap baltalardan ibaret. Yenildik. Son kral Atahualpa özgürlüğünü satın almayı önerdi. Pisarro kabul etti. Ona altın, gümüş ve değerli taşlar verildi. Aldı ve Atahualpa’yı öldürdü. İnka imparatorluğu böyle sona erdi...
Viktoria sustu. Fırsat bilip araya girdim.
- Peki İspanyolların idam ettiği ve kellesini korku salmak üzere İnka kentlerinden dolaştırdığı Tupac Amaru? O da kral mıydı?
Tupac Amaru’nun adını bilmem bile onu mutlu etti.
- Hayır. O son kralın öldürülmesinden 39 yıl sonra İspanyollara başkaldıran İnka savaşçısı idi. Teslim olmaktansa ölümü yeğledi. O bizim kahramanımızdır...
* * *
Bu acılı ama bilgi dolu sohbetten sonra gezdiğimiz Cusco katedralinde İsa'nın 12 havarisi ile son yemeğini dev bir duvar tablosuna dönüştüren İnka ressamın, İsa’yı ölüme yollayan hain havari Judas’ın suratını neden tıpatıp Pisarro’yla benzettiğini artık sormadım.
İspanyolların Pisarro ve benzerleri için “conquistador” (=Fatih) nitelemesini kullanırken yerli halkın niye “ölümün elçileri” nitelemesi kullandığını da sormadım...
Peru tarihinden söz ederken Viktoria’nın iri kara gözlerinin neden dolduğunu da elbet sormadım.
Bugün Peru halkının daha özgür ve daha adil yaşaması için savaşım veren gerilla örgütlerinden, And dağlarında en çok sevilenlerinin adının neden “Tupac Amaru” olduğunu da sormadım...
* * *
Artık dönüşe geçiyoruz. Buranın pazar gecesi (sizin pazartesi sabahınız) yola çıkacağız. 16 saatlık bir uçuş var önümüzde. Pazartesi geceyarısı internette okuduğum kadarıyla “karla karışık yağmurlu” İstanbul’a ayak basacağız.
Yani bu Peru’dan ve bu geziden son yazı...
Ama Brezilya’dan ve Arjantin’den ve Peru’dan söz eden son yazı değil...
Hele bir iyi uyku çekeyim. Hele hele yorgun bedenim denizden sıfır metre yükseklikteki bir cennet iklimine alışsın...
Hele...