Başlığı üç kez değiştirdim.
“İlhan Selçuk’un ardından” dedim, soğuk ve resmi geldi.
“Cumhuriyet öksüz kaldı” dedim, onun da sevmeyeceği kadar “hissi” geldi.
Sonunda “İlhan Abi”de karar kıldım.
İyi de ettim. Seveni sevmeyeniyle, eleştireni, göklere çıkaranıyla sayılması olanaksız genişlikte bir gazeteciler tayfası için, bir gazeteci kuşağı için o hep İlhan Abi idi ve sonuna kadar da öyle kaldı.
Demek ki başlık “münasiptir”.
Biliyorum, bugün bütün basılı medya, elektronik medya, görsel medya, işitsel medya ondan söz edecek. Cumhuriyet tezgâhından geçmiş (Geçmeyen kim kaldı ki !) nice namlı kalem erbabı onu yazacak, ondan anılar, anı dilimcikleri aktaracak... Kimi övecek, kimi satır aralarında da olsa iğneleyecek. Ama ille de ondan söz edecek.
Bu ülkede ölümünün ardından böylesine bir uğurlama yazısı sağanağı boşanan, boşanacak kaç gazeteci var ki?
Aslında okuduğunuz bu Tırmık’ı ben aylar ve aylar önce kafamda yazdım. Hastane ziyaretimde, onu kapı aralığından serum şişeleri, karnından besleyen hortumlar arasında solgun, bitkin ve biraz da “vazgeçmiş” gördükten sonra dışarıda doktorun “Yaşatıyoruz işte. Elimizden geldiği kadar yaşatacağız da...” dediği günün akşamında yazdım...
* * *
Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet’e adanmış bir yaşamdı.
İkisine de sımsıkı sarıldı. Hiç bırakmadı.
Dinsel referanslı siyasal akımları Cumhuriyet için bir tehlike olarak gördü ve Cumhuriyet’i korumak için şeytanla bile işbirliği yapabilecek kadar gözü kara bir cumhuriyetçi kaldı...
“Bitti, belini doğrultamaz, çöktü” denen gazete Cumhuriyet’i bir enkaz olarak yeniden devraldı ve en yakınında saf tutanların bile umutsuzluk ve parasızlıktan kaynaklanan itirazlarını umursamaksızın onu ayağa kaldırdı, deyim uygunsa “diriltti” ve yaşattı.
Henüz hayattayken “darbeci, cuntacı, orducu” olarak nitelendi. Ölümünün ardından benzer satırlar, paragraflar yazılacak. Şaşırmayacağım.
Darbeci, cuntacı, orducu !..
Yaşam öyküsünde bu nitelemeleri haklı çıkaracak dönemler var; yazılarından bu nitelemeleri haklı kılacak satırlar, paragraflar bulunup çıkarılabilir.
Ama bu nitelemeler onu anlatmaz, anlatamaz...
Dikiş iğnesi bile üretemeyen bir ülkede, bozkırdaki çekirdeği çatlatan o kemalist atılım, o meydan okuma onun yaşam rotasını da çizdi. 10. Yıl Marşı'nın en çok “demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” dizesi onu etkiliyordu. Jakobenliği tepeden inmeci, halkı yok sayan ceberrut bir akım olarak değil, köylü yığınlarından oluşan halkları yok olmaktan kurtaran, onları geleceğe taşıyan bir “adanmışlar iktidarı” olarak kavrıyordu.
Mısır’ın Abdülnasır’ı, Tunus’un Burgiba’sı, Gana’nın Nkrumah’ı, İran’ın Musaddık’ı, Küba’nın Castro’su, Cezayir’in Bumedyen’i, Filistin’in Arafat’ı, Hindistan’ın Gandi’si ve Nehru’su, Rusya’nın Lenin’i ve Türkiye’nin Mustafa Kemal’i onun kahramanlarıydı...
Genç kuşaklar bu saydıklarımın hatta belki adlarını bile duymadı. Hatırlayabilecek yaştaki kuşaklar ise onları sık sık 21. yüzyıl değerleri ile yargılamaya kalkışıyorlar.
Ne kadar yanlış.
Gelin o zaman İngiliz emperyalizmi, sömürgesi Mısır, Süveyş Kanalını devletleştirince bombardıman uçakları yolladığında teslim olmayıp direnen ve kazanan Cemal Abdülnasır’ın iktidarı bir askeri darbe ile ele geçirdiğine vurgu yapıp onu suçlayalım.
Gelin o zaman, yine bir darbe ile iktidara uzanıp Fransız emperyalizmine karşı Cezayir’e bağımsızlık armağan eden Bumedyen’i, Ben Bella’yı kınayalım.
Gelin o zaman, işçi sınıfının bir avuç, köylülüğün bin avuç olduğu dev bir ülkede proletarya diktatörlüğü ilan edip ilk iş olarak “Elektrifikasyon” hedefini önüne koyan Vladimir İliç Lenin’i “demokrasi düşmanı” diye mahkûm edelim.
Gelin o zaman petrolleri devletleştiren ve bu suçunun karşılığında canını veren İran’ın yiğidi Musaddık’ı “Demokrasi için değil Şah’ın yerine şah olmak için iktidara yapıştı” diye yerden yere vuralım...
Gelin o zaman geçen yüzyılda, 1960’larda ve 1970’lerde – bu gün hâlâ pek çok gencin saygıyla andığı- Deniz Gezmişler’i, Hüseyin İnan’ları, Mahir Çayan’ları, Kaypakkaya’ları en azından siyasal yolculuklarının başlarında Kemalist damardan nasıl ve ne kadar beslendiklerini, Kemalistleri nasıl ve neden doğal bağlaşık saydıklarını hatırlayalım.
Gelin o zaman...
* * *
İlhan Abi’yi son soluğuna kadar bağlı kaldığı bir ideolojik çizgiden dolayı çağın bir miktar gerisinde kalmakla eleştirebilirsiniz.
Ama her zaman kendi içinde tutarlı kaldığını, çizgisini inatla savunduğunu ve koruduğunu, Ziverbey Köşkü'ndeki işkencecilere kızmak yerine onlara acımayı tercih ettiğini, 12 Eylül generalleri için “Bu kadar aptal ve cahil olabilmek için herhalde eğitim görmek gerek” dediğini sanırım sizler de kabul edersiniz...
Onunla on uzun ve zor yıl boyunca birlikte çalıştım. Meslekte bana onur veren işlerimin çoğunu onun şemsiyesi altında yaptım. Cumhuriyet gazetesinin ve hele hele İlhan Abi’nin siyasal çizgisine uymayan, hatta bazen taban taban zıt olan Tırmık’ları onun koruyucu kalkanı altında yazdım. On yıl boyunca binlerce Tırmık yazdım ve bir tek - evet bir tek - yazıma bile itiraz etmedi; yayınlattı ve karşı çıkanları karşı durdu.
Şimdi öte tarafa göçtü. Orada, yukarıda bir bölümünün adlarını sıraladığım kahramanları ile birlikte ve sanırım “Neyi doğru yaptık, neyi yanlış” sorusunu kıyasıya tartışıyorlardır.
İlhan Abime sadece ve sadece saygı ve sevgi borçluyum.